“Köylüye bir şey öğretebilmek için, ondan bir çok şey öğrenmeli.” diyen İsmail Hakkı Tonguç, 1938’de sorunun çözümünü şöyle açıklar: “Kanımızı ve iliklerimizi isteyerek köyün içine akıtmadıkça, kırk bin köyün kenarına münevver (aydın) insanın mezar taşı dikilmedikçe, bu köyün sırlarını anlayamayız. Köyü anlayabilmek, duyabilmek için onunla kucak kucağa, nefes nefese gelmek lazımdır. Onun içtiği suyu içmek, yediği bulguru yemek, yaktığı tezeğin ifade ettiği sırları sezebilmek ve yaptığı işleri yapabilmek gerekir. Bizim köyün ne olduğunu evvela büyük alimler, artistler değil kahramanlar anlayacaklar, sonra alimlere ve sanatkârlara anlatacaklardır.
Türk köyü, daha belki yirmibeş yıl alim değil, kahraman isteyecektir. Bataklığı kurutmak, sıtmalıya kinin rejimi yaptırmak, trahomlunun gözüne ilaç damlatmak, okul binasını yapmak, yaralının yarasını sarmak, gebeye çocuğunu doğurtmak, pulluğun nasıl kullanılacağını veya tamir edileceğini öğretmek, bozuk köprüyü yapmak, ıslah edilmiş tohumu tarlaya saçmak, fidan dikerek onu büyütmek ve step köylüsünün ‘dal’ diye adlandırdığı ağacı hakikaten ağaç haline getirmek; ulemanın (alimin) işi değil, kahraman teknisyenler ordusunun işidir. O (köylü), bu kahramanları kendi içinden yetiştirmeğe mahkum. Bütün felaketlere katlanarak, ıstırabı zehir gibi yutarak çalışan ve başlarının üstünde şereflerle örülü birer taç taşıyan bu kahramanlar köyü dile getirecekler. O zaman yeni sesler duyacağız. Bu seslerden ürkmeden onları dinlemek lazımdır. Köyden yeni renk ve seda getirenleri saygı ile karşılamak gerekir.”