Köy Enstitülerinin temeli, bundan tam 76 yıl önce, 17 Nisan 1938’de kurulan Köy Öğretmen Okulu ile atıldı. İki yıl sonra köy şartları düşünülerek Köy Enstitüsü adı verilen bu eğitim kurumlarına, köyden yetişen ve köy mekteplerinde okuyan çocuklar alındı. Kısa sürede Türkiye’nin 21 ayrı yerinde yapılan okullarla geliştirildi.
Bu okullar içinde yalnızca İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü’nün binası hazırdı. Diğerlerinin başlangıçta bir binası yoktu. Okula alınan çocuklar önceleri çadırlarda yatıp kalkıyor, açık hava dershanelerinde ders görüyor; öğretmen ve idareciler hazineden devredilen arazilere kendi okullarını ve ek binaları olan yatakhane, atölye gibi kısımları kendi ürettikleri tuğla ve kireçle inşa ediyorlardı. Köy Enstitülerinin yapılmasında, arazilerin hazineden devri dışında devletin hiçbir katkısı yoktu; enstitüler arasında bir yardımlaşma vardı. Yeni bir enstitüde inşaat yapılırken, bir diğerinden oraya yardım ekibi gönderilirdi. Kendi çapında geliri olan her bir enstitü, döner sermaye ile idare edilirdi. Sahip oldukları arazilerde yaptıkları bağ, bahçe ve meyvelikten toplanan ürünleri satar; öğrencilerin yiyecek ihtiyacını ve öğretim görevlileri ve hizmetlilerinin ödeneklerini bu gelirden karşılarlardı.
Yılın 12 ayında açık olan Köy Enstitüleri’nde kesintisiz olarak beş yıllık bir eğitim sistemi vardı. Ancak dini bayramlarda bir hafta izin verilirdi. Bir fabrikada olduğu gibi vardiya halinde eğitim öğretim, zanaat, ziraat ve iş eğitimi veriliyordu. Okulun sınıf ve şubeleri bu iş yerlerinde başlarında usta öğretici veya öğretmenleri ile günlük veya haftalık sıra ile çalışırdı. Okulun öğretim sistemi, bir köy halkının ihtiyacı olan çalışma alanlarını kapsardı. Erkekler için zanaat dalında demircilik, yapıcılık, marangozluk, motorculuk ve ziraat işlerinde ziraat aletleri, bakımı, meyvecilik, sebze yetiştirme, hayvancılık, arı yetiştirme; kızlar için de halıcılık, dikiş ve nakış vb. zanaat dalları öğretilirdi. Sağlık eğitiminde de köyün ihtiyacı göz önüne alınırdı. Kasabadan, şehirden uzak olan bir köy için tüm gerekenaraştırma, inceleme ve bilgiler üzerinde çalışılırdı. Enstitü kelimesinin anlamı ise araştırma ve inceleme anlamına gelmektedir.
Köy Enstitüleri Nasıl Kuruldu?
Yıl 1933. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun onuncu yıl dönümüdür. Rahmetli M. Kemal Atatürk, Cumhuriyetin Onuncu Yıldönümü Nutkunu verdikten sonra, zamanın Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’a Harf İnkılâbının nasıl gittiğini sorar. Milletin ve halkın yeni Lâtin harflerini öğrenip öğrenmediğine karşı alakasını öğrenmek ister.
Türklerin ilk Müslümanlığı kabul ettikleri Büyük Selçuklu Devleti’nden beri Arap harfleri ile okuyup yazdıklarından yeni yazıyı hemen benimseyememişlerdi. Öte yandan Arap harflerinin yazımı ve okunmasında da birtakım zorluklar olduğu için köy kesiminde olan milletin çoğu cahil kaldığını da biliyorlardı. Altı yüzyıllık Osmanlı Devleti zamanında ünlü âlimler yetişmiş olmasına rağmen Arap harflerinden ayrı kalmamışlardı. Halkın çoğu Kur’an-ı Kerim okumaktan öteye geçemeyen halk cahil kalmıştı. Kuran harfleri dışında Lâtin harflerini de kabullenmemişlerdi. Kurtuluş Savaşı sonrası Cumhuriyet kurulduktan sonra Büyük Önder M. Kemal Atatürk buna da el attı. İlmin hızlandırılmasında çareyi harf devriminde buldu. 1928 yılında bir kanunla Lâtin alfabesine geçilerek ilk öğretmenliğini de kendisi üstlendi.Bu tarihten beş sene sonra yani Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü olan 1933 yılına kadar millette bir değişiklik ve ilerleme yoktu. Millet hala Arap harfleri ile okuyup, yazıyordu. Askere giden gençlere de asker ocağında subaylar Lâtin harfleri ile okuma yazma öğreniyorlardı. İşte bu nedenle M. Kemal Atatürk, Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’dan Harf İnkılâbının hızlandırılmasını ve çare bulunmasını ister.
Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, İlköğretim Genel müdürü İsmail Hakkı Tonguç Bey’i çağırarak Atatürk’ün direktiflerini İsmail Hakkı Tonguç’a aktarıp gereğinin yapılmasını ister. İsmail Hakkı Tonguç da Eskişehir İlköğretim Şube Müdürü olan Ferid Oğuz Bayır ile birlikte ilk anda Ankara Köylerinde, halkın devrime karşı ilgisini öğrenmek üzere incelemeye çıkar. O gün akşama kadar birkaç köy inceledikten sonra, son bir köye doğru yola koyulurlar. Yolda kendilerine tahsis edilen, savaştan kalma araç arıza yapar. Saffet Arıkan şoföre aracın tamiri ile ilgilenmesini, kendilerinin yürüyerek köye doğru gideceklerini, araç onarılır onarılmaz arkalarından gelmesini söyler. Bu üç arkadaş yaya olarak köye yaklaşırken, köy kenarında 6-7 kadar çocuğun hızlı, hızlı ve bağıra, bağıra münakaşa ettiklerini görürler. Çocukların yanlarına yaklaşarak neden kavga ettiklerini sorarlar. Çocuklardan birisi yanıtlar “Amca biz kavga etmiyoruz.” der. Saffet Arıkan “Peki kavga etmiyorsunuz da neden böyle bağırarak konuşuyorsunuz?” diye sorar. Diğer bir çocuk elindeki kâğıdı göstererek: “Amca biz A-B-C öğreniyoruz” der. Saffet Arıkan “Nedir o bakayım…” deyip uzanınca, çocuk elinde 28 Lâtin harfin yazılı olduğu kâğıdı verir. Kâğıdı eline Alan Milli Eğitim Bakanı inceler şaşkınlıkla. Üç devlet adamının ilgisini daha çok çeker bu durum.
İsmail Hakkı Tonguç, çocuklara sorar “Kim öğretiyor bu A-B-C’yi size?” Çocuklar da “Köyümüze askerden yeni terhis olmuş bir çavuş emmi geldi. Her gün bizi, köy çocuklarını köy odasında topluyor, orada bize A-B-C öğretiyor.” derler. Bu söz üzerine Milli Eğitim bakanı Saffet Arıkan, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ve Şube Müdürü Ferid Oğuz Bayır sevinerek birbirlerine bakarlar ve “çözümün yolunu bulduk” der ve arabaları gelince hemen Ankara’ya dönerek Cumhurbaşkanı Atatürk’e bu edindikleri bilgileri rapor ederler.
Bu rapor incelendikten sonra, orduya bir emir çıkarılarak, orduda çavuş, onbaşı olanlara daha sıkı bir eğitime tabi tutulur. Latin harfleri ile okuyup yazmaları sağlanır. 1935 – 1936 yılından itibaren askerden terhis olan çavuş ve onbaşıları köylerine döndükten sonra, tekrar toplayıp 6 – 7 ay kadar belirli merkezlerde toplayıp okul çağına giren çocuklara öğretmenlik yapacak şekilde kursa tabi tutulurlar. Manisa Horozköy, Balıkesir Savaştepe, Eskişehir Çifteler olmak üzere üç merkezde eğitim verilmiştir. Öğretmenlik kuralları öğretilir. Ellerine de birer üç yıllık öğretim kılavuzu verilerek, tekrar köylerine gönderilirler. Bu askerler aynı zamanda birer meslek sahibi de olmuşlardır ve köylerinde çocukları öğretmeye ve eğitmeye başlarlar. Ve bunlara da eğitmen adı verilir. En çok 40 – 50 çocuk kayıt yaparak ellerindeki eğitim kılavuzuna göre öğretim yaparak hiç sınıfta bırakmadan üç öğretim yılı sonunda mezun ederlerdi. Ellerindeki öğretim rehberi, birinci yıl, ikinci yıl ve üçüncü yıl kılavuzu şeklinde düzenlenmiş rehberlerdi. Buna göre her sınıfın kılavuzu ayrı idi. Bu eğitmenlerden çok değerli nesil de yetişmiştir.
Bu eğitmenlerin yetiştirdiği veya diğer beş yıllık köy ilkokullarından mezun olan çocuklardan seçilenler ya da istekli olanlar, 1938 yılında Köy Öğretmen Okulu adı altında İzmir Kızılçullu Köyü’nde açılan okula öğrenci olarak alındı. Köye yönelik öğretmen yetiştirmeye başlanmıştı. Köyden gelen bu çocuklar, okulda yabancılık çekmesin diye okul faaliyetleri hep iş eğitimi üzerine kurulmuştu.
Zamanın Milli Eğitim Bakanı ve İsmail Hakkı Tonguç’un da teklifi üzerine 17 Nisan 1940 yılında çıkarılan bir kanunla adı KÖY ENSTİTÜSÜ’ne çevrildi. Bu Köy Enstitülerinde eğitim ve öğretim yaz ve kış kesintisiz beş yıldı. Bir lise muadili ayarından da ileriydi. Bu Köy Enstitülerinde hem eğitmen hem de her yönü ile köylerin sorununu çözecek teknisyen yetiştiriliyordu. Bu okullar kısa zamanda Türkiye çapında 21 ilde kurulmuştu. Yeni bir köy enstitüsü kurulurken, daha önce kurulan okulun öğrencileri, başlarında usta öğreticiler ve öğretmenlerin nezaretinde gelip, yeni kurulacak olan okulun derslikleri, yatakhane ve yemekhane gibi binaları da kısa zamanda inşa edilirdi.
Köy Enstitülerine de öğretmen yetiştirmek amacı ile Ankara Hasanoğlan’da Yüksek köy Enstitüsü (Üniversitesi)’de kurulmuştu. Türkiye’de kurulan bu Köy Enstitüsü sistemi, kısa zamanda ününü yurt dışına da taşırmış, dış ülkelerden de bu okulları incelemek üzere gelmişlerdi. Kurulan okulların her birini ayrı, ayrı gezip görmüşler ve kendi ülkelerinde de benzerini kurup tatbikatını yapmışlardır. Amerikalı eğitim profesörü Kate V. Wofford kendi ülkesine döndüğünde, Türkiye’deki bu okul hakkında 600 – 700 sayfalık bir rapor hazırlamıştır. Orta Amerika’da Meksika’da Köycülük adıyla uygulamaya uygulanmıştır. İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan İsrail’de, Türkiye’den giden Yahudiler vasıtası ile bu sistem aynen uygulanıp bugünkü gelişmişliğe ulaşması sağlanmıştır.
Yurt köşesinde tarımsal değeri olmayan, burada yaşanmaz, kır ve çöl diye bilinen yerler, geniş bozkırlar Köy Enstitülerine birer yerleşim yeri olarak seçilmiş ve bağışlanmıştı. Böyle yerlere köylerden gelen öğrenciler, öğretmenler ve ustabaşları ile birlikte gece ve gündüz demeden çalışmaları sonucu devletin beş kuruş bir yardımı olmaksızın derslikler, yatakhaneler, mutfak ve yemekhaneler, atölyeler inşa edilerek birer kurum ve belde haline gelmişlerdir. Bir taraftan da bu arazilerde ürün, sebze yetiştirmek için artezyen ve kuyu kazdırılarak toprakları verimli hale getirilmiştir. Tesislerin aydınlatması için çay ve derelerden kanal açıp yüksekçe yerden akarsular akıtılarak elektrik dinamolarının çalışması sağlanmıştır. Ağaçsız alanlara meyve ağaçları dikilip yetiştirilmiştir. Step yerlerde akasya ağaçları ile yeşillendirilmiştir. Bu çalışmalar ile köylünün ve sıradan insanların neleri başarabileceği örneklenerek eğitimin ve emeğin önemi ortaya çıkmıştır.
Bu köy çocukları, geleceğin köy öğretmenleri, tarlada, kümeste, ahırda, işlikte, bina yapımında ve bina çatısında, arıcılık, motorculuk ve demircilik işlerinde, laboratuarda, kitaplıkta, revirde, elektrik santralinde, yol yapımında, tuğla., kiremit ve kireç yapımında, bağ ve bahçe yetiştirmekte, yemekhane ve mutfak işlerinde, okulun genel temizliği ve gece ve gündüz nöbet işlerinde, edebiyat, müzik ve kültür hizmetlerinde varlığını ortaya koyarak özverisini ortaya koyarak çalışmaktaydı.
Bu kıraç yerlerde derslikten, atölyeye, ahırdan, sinemaya dek Türkiye’nin 21 Köy Enstitüsü’nde yüzlerce bina, bu köy çocuklarının ellerinden çıkmıştı. 7 – 8 km. uzaklıktan içme suyu, tarla – bahçe sulama suyu, elektrik türbinlerini çevirecek tazyikli suyollarını çapa ve kürekle açarak Enstitülerin bulunduğu yerleşkelere getirmişlerdi. Ahırlarında yetiştirdikleri cins sığırların ürünlerini, yine kendileri değerlendirip tüketiyorlardı. Köy Enstitüsüne gelen çocuklar, geride köylerinde bıraktıkları bu değerleri, okullarında görünce de hiç yabancılık çekmemişlerdi.
Köy Enstitülerinde tam bir eşitlik ve demokrasi sistemi vardı. Sınıflar ilerledikçe, okul idaresi, öğretmen ve müdür ile bir görev taksimi vardı. Her onbeş günde bir son sınıflardan bir okul başkanı 4 şubeden birer namzet çıkar, bu namzet içinden bir kişi de bütün sınıf ve okul oyu ile Okul Başkanı seçilirdi. On beş gün içinde okul idaresinde ve toplantılarda sözü geçerdi. Okulu, okul müdürü, nöbetçi öğretmen, okul başkanı birlikte yönetirlerdi. Okula kayıt olup da mezun olmadık öğrenci yoktu. Her öğrenci kendi yeteneğine göre birer meslek sahibi olurdu.
Köy Enstitülerinde öğrenciler, birlikte üretiyor, birlikte tüketiyor, birlikte horon çekip, zeybek oyunu, harmandalı oynayıp, birlikte türkü söyleyip, sıkıntı ve güzellikleri birlikte yaşıyorlardı. Böylelikle ulusal duyguda birlikte güçleniyorlardı. Sabah erken kalkılır, milli oyunlar oynanıp, yarım saat sabah mütalaası yapılır, arkasından sabah kahvaltısı ve okul önünde içtima yapılır. Okul başkanlığı idaresinde iş taksimi yapılarak dersliklere, atölyelere, ziraat ve sanat yerlerine gidilirdi. Bu çalışmalar ile bulunduğu okulların civarındaki köy halkına da örnek olunurdu.
Köy Enstitüsünden mezun olup dta atandığı köyde öğretmen neler yapmıyordu ki? Okulda gündüz öğrenci yetiştirdiği gibi, gecede 15 yaşından yukarı cahil kalmış, okul yüzü görmemişlere gece okulu açıp onları yetiştiriyordu. Köy odası, tuvalet, yol, su gibi umumi işlerde imece yolu ile köyün muhtarı ile bu işleri de yaptırıyordu. Köyde meyve ağacı aşıcılığı da öğretiyor, Köy Enstitüsünde aldığı her eğitimi gittiği köyde de uyguluyordu. Görev yaptığı köyün halkı, emeğin önemini, sömürünün ahlâk dışı olduğunu, herkesin kendi çapında birer ağa olduğunu her yeri geldiğinde söylüyordu. Köylüyü bu yönde aydınlatmaya çalışıyordu. Bunun içinde köy kahvesinde konuşuyor, köy odasında köylüye kitaplar okuyor, köye gazeteler, kitaplar getirtiyordu. Ayrıca edebiyata yönelip içlerinden dünya çapında tanınan yazarlar da çıkmıştır. Bunlar hep birer mefkureci muallimler idi.
Köy Enstitüsü’nden yetişenlerin bu çalışmaları yüzünden doğunun ağaları, Ege’nin çiftlik sahipleri birleşerek, memleketi yükseltecek ve milleti yetiştirecek bu değerli müesseseleri siyasi baskı ve kara bir komünist damgası ile TBMM’yi de etkileri altına alarak kapattırdılar. Oysa o tarihlerde bu Köy Enstitülerini incelemeye gelip kendileri uygulayan ülkeler bugün dünya çapında ileri durumdadırlar. Bizde kapatılan Köy Enstitüleri, Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından, geri ülkelere model olarak önerilmiş ve bu ülkeler çok daha başarılı sonuçlar sağlamışlardır. Yıllar sonra bu ülkelere gidip de bilgi almaya çalışan yöneticilerimize, verdikleri cevap. “ Bu sistemi biz sizden aldık.” Sözünü duyunca çok şaşırmışlardır. Köy Enstitüsü’nü kuranlardan Büyük eğitimci Tonguç Baba’nın, enstitülere tuttuğu ışık içerisinde en önemli ışık “üretmeden tüketmek en büyük ayıptır” sözünde saklıdır. Kıydılar bütün dünya ülkelerinin takdir edip, bizden alarak uyguladıkları güzelim okullarına… O günün menfaat düşkünü siyasetçileri kıydılar bu devrim yuvalarına.
Köy Enstitüleri kapanmasa idi yurt çapında kısa sürede okulsuz köy ve okuma yazma bilmeyen yurttaşımız kalmayacaktı. Yatılı ve yatısız bölge okulları ile 16 – 17 yaşına kadar sürdürülen eğitim sistemi çözülmüş olurdu. Mesleki ve teknik öğretimle işsiz insan kalmayacaktı. Bugünkü ikili ve üçlü eğitim diye bir sorun olmayacaktı.Taşımacılık sisteminde dolmuşa verilen para öğretmene verilseydi, köyden kasabaya öğrenci taşınmayacaktı. Bugünkü tekniğe uygun sistemle çalışarak daha ileri seviyelere gelinirdi. İlkellikten kurtulup, çağdaş ve uygar toplumlar arasında veya önünde olacaktık. Bugün sağlık, eğitim, işsizlik, terör, çevre tahribatı gibi sorunlar olmayacaktı. Köy Enstitüleri kapatılmasa idi, Türkiye bugünkü durumun çok daha üstünde olurdu.
İbrahim Çiçek
1927 yılında Manisa’nın Gördes ilçesi Borlu Bucağı’na bağlı Yabacı Köyü’nde dünyaya geldi. 1932-35 yılları arasında Harf Devrimi sonrası açılan gece kurslarına babası ile birlikte giderek Latin harfleriyle okuma yazmayı öğrendi ve 1940 yılında Borlu Bucağı İlkokulundan; 1947 yılında İzmir Kızılçullu Köy Enstitüsü’nden mezun oldu. 1947-48 eğitim döneminde kendi köyünden başlayarak, çeşitli köy ve ilçelerde öğretmenlik yaptı. 1975 yılında emekli olduktan sonra matbaacılığa başladı ve Osmanlıca öğrenerek birçok yerel araştırmaya imzasını attı. Her Yönü ile İlçemiz Salihli, İlimiz ve Bölgemiz Manisa, Durasıllı Tarihi, Dünden Bugüne Adalar Tarihi, Gördesli Mücahide Makbule ve Silah Arkadaşları, Borlu Tarihi ve Kurtuluş Savaşında Salihli Kuvayı Milliyecileri yayınlanan kitapları arasındadır
.KAYNAK
.KAYNAK