YABAN ELMALARI...

''GÜNEŞ GÖREN OKULLAR: KÖY ENSTİTÜLERİ
Aşırtmazlarda, ıssız, kuru kaya diplerinde bazen ufacık yaban elmaları biter...
O denli bakımsızdırlar ki, koca yılda birkaç santim ya büyür, ya büyümezler. Koskoca gökyüzü boşluğunda birkaç santimlik yer kapabilmek için yaşarlar sanki. Dalları kısa küt'tür ama sağlamdir. Sabır ve diken yüküdürler. Öyle ki, bazen yaprağından çok dikeni olur. Dikenler gövdeden çıkar çıkmaz ağaçlaşır, sivri çelikten birer iğneye dönüşürler. Kışın buzlu karların beteri üstlerinden geçmesine karşın, ne eğilir, ne de fırtınada boranda sallanırlar. Sesleri çıkmaz, öylesine kıpırtısız dururlar ki kimi köylülerin çalışmayan, kıpırtısızca duran birini, "Karaçalı nöbetine durmuş gibi" diye benzetmeleri işte buradan gelir.
Köylüler bahçelerine, suyu gübresi bolca verilmiş, yılda birbuçuk, iki metre sürgün veren gösterişli meyva fidanlarından çok o yaban elmalarını dağlardan söküp getirerek dikerler. Bir yıla kalmaz aşılarlar. Yaban elmaları Hititlerden bu yana o toprakların iklimini, huyunu, suyunu almışlardır çünkü. Kalıtımsal bir dirençleri vardır. Kuraklığı, rüzgarı, kışı bilirler. Suyu, gübresi gecikse bile toprağa küsmezler. Fidanlık ve seralarda yetişen gösterişli fidanlara benzemezler hiç. Baharda dalları çiçek yükünden görünmez olur. Ağacın altı üstü meyva kokar...
İşte Köy Enstitülerine alınan yoksul, sahipsiz köy çocuklarında, anlatmaya çalıştığım bu yaban elmalarının şaşmaz, köklü, sabır ve direnci yatar. Daldan eğme değil, kökten sürme, köşk yada sera çocukları değil, bozkır çocuklarıdırlar...
17 Nisan, işte bu bin yıllık toplumsal "ihmal"in üstüne yüreklice gidişin, sorunu kökünden kavrayışın, büyük bir bozkır uyanışının adıdır. İnsan onurunun ayağa kalkışının, kendine olan güvenin, yurtseverliğin ve bozkırın derinliklerine vurulan binlerce artezyenin adıdır...
Her dersin ayrı bir yeri, ayrı bir dersliği vardı: Müzik derslerimizi "müzikhane"de; sayısız nota sehpaları, piyano, elli kadar mandolin, sekiz keman, bir o kadar akerdeon, gramafon ve taş plaklarla dolu bir sınıfta yapardık. Müzikhane duvarlarını, Türk Beşlileriyle, batının büyük bestekarlarının resimleri süslerdi. Resim derslerini baştan aşağı boya ve renk kokan, ayaklı resim sehpaları, tuvaller, önlüklerle dolu başka bir sınıfta "resimhane"de yapardık.
Sınıflarımız birer kitaplıktı. Herkes istediği kitabı alır okurdu. Okuma salonunda aylık edebiyat dergileri ve günlük gazeteler bulunurdu. Varlık dergisini ilk orada tanıdığımı söylemeliyim. Ay sonları, o ayın en çok kitap okuyan öğrencileri bayrak töreninden önce herkese tanıtılır, armağanlar verilirdi. Kitap yakma, kitap korkusu ve düşmanlığı yoktu. Oturduğumuz tabureleri, duvar panolarını, karatahtaları, okul parkındaki palmiyeden futbol sahasındaki kale direklerine kadar bizler yapardık. Ödev için yaptığımız çerçeveler, resim derslerinde başarılı görülen resimlere yıl sonu sergilerinde çerçevelik ederdi. O tabloları yöremizdeki uygulama okullarına armağan ederdik.
Tarım derslerimizde her sınıfın ayrı bir ağaçlığı, koruluğu vardı. Her öğrenci kendi çukurunu kazar, fidanları diker, okulu bitirinceye kadarda o fidanlardan sorumlu olurdu. (günümüz çevrecilerinin kulakları çınlaşın) Tabiat Bilgisi öğretmenlerimiz bizleri sürekli çevre araştırmasına yöneltirlerdi. Yöremizde ne kadar ağac, bitki, çiçek, ot türü varsa, örnekler alır, defter sayfalarımız arasında kurutur, sonra da altlarına açıklayıcı bilgiler yazardık.
Defterlerimiz küçücük birer botanik bahçesine dönerdi. Yemekhane binası, aynı zamanda toplantı, sinema, tiyatro ve eğlence salonuydu da. Hafta sonları her sınıfın zorunlu olarak hazırladığı piyesleri, halk oyunlarını, koroları izlerdik. Böylece her öğrencinin yeteneği ortaya çıkardı. Ayrıca her sabah, bütün öğrenci ve öğretmenlerimizin katılımıyla top sahasında, davul, zurna, mandolin ve akordeon eşliğinde coşkuyla halk oyunlarımızı oynardık.
'68 lerde Amerika üniversitelerinde başlayarak Avrupa'nın başkentlerine yayılan öğrenci hareketlerinin temel istemi "okul yönetimine katılmak"tı. Bu istek yıllar önce bizim Köy Enstitülerinde vardı. Büyük sınıflardan başlayarak, her hafta bir sınıf derslere girmez, okul yönetimine katılırlar herşeyden sorumlu olurlardı. Hafta sonları yemekhane de yönetime katılan sınıfların özeleştirisi yapılır, herkes düşüncelerini çekinmeden söyler, sorular sorar, böylece öğrencilerin demokrasi ve tartışma yetenekleri geliştirilirdi.
Şimdi kısaca özetlediğim bu bilgilerden sonra, günümüzün üretemeyen, yalnızca tüketen, devletten durmadan ödenek isteyen, bir eli velilerin cebinden hiç çıkmayan, Mehmet Başaran ağabeyimin çok yerinde bir benzetmesiyle "dört-duvar-kara-tahta" okulların haline bir bakalım:
Sofralarında yedikleri meyveyi ancak manavlarda görebilen, ama ağacını görse tanımayan; spor dersinde kum havuzunun kumunu eline küreği alıp da karıştıramayan, üretim aracı olan küreği küçük düşürücü bir nesne sanan, kibirli, asalak okul gençliğini düşünün... Kitaptan, doğadan, topraktan kopmuş, kendi öz yurduna yabancı, duyarsız, toplumuyla özümsemesi durmuş, bireyci değil bencil, "bananeci", "köşe dönücü" bir toplum... Öğretmenlik mesleği, okul kapısından içeri girince başlar, okul kapısının dışında sona ererse, hepsi de birer maaş memuru olursa, onun yetiştireceği öğrenci de böyle olur. Otu çek de köküne bak...
Yaban elmalarına benzettiğim özverili, sabırlı, çalışkan yoksul köy çocuklarının yanısıra şimdi bu rahat ortamların, milli gelirden en yüksek payı alanların, bunu da ülkemizdeki korkunç fırsat eşitsizliğine borçlu olan burjuva çocuklarının okuduğu özel okullara bakalım: Kışın Anadolu köylüsünün bir yol sorunu olduğunu bilmiyorlar.
Gazete okumuyorlar. Ara sıra televizyonda Anadolu köylülerinin sorunlarını işleyen Türk filmlerini izlemiyorlar. İzleyenler de, bunları, "uyduruk masallar" olarak görüyorlar. Ama aynı çocuklar, batının ucuz, seks ve gangster kültürü dediğimiz yoz kültürüne alabildiğine açıklar. Adı sanı bilinmeyen en küçük pop müzik topluluklarının adlarını, şarkılarını, topluluk bireylerinin sevgililerini, hangi kaset ya da plağın o hafta liste başı olduğunu biliyorlar. Kendi bestecilerimiz "Türk Beşlileri"ni bilmiyorlar. Anadoludan sözeden, halk oyunları oynayan çocuklara ise "kıro" gözüyle bakıyorlar. Sırtlarına giydikleri pahalı markalarla, sırtlarının ucuz birer reklam panosu olarak kullanıldıklarının bile ayırdında değiller...!
Herşey açık seçik değil mi? Şimdiden bir ayakları batıda, İngiltere ve ABD'de, bir ayakları ise Ankara-İstanbul'da olan bu çocukların bir çoğunun yarın "çift pasaportlu" birer Bülent Şemiler örneği "prens" olacakları kesindir.(*)
Köy Enstitüleri kapatıldıktan sonra, köy çocuklarına İmam Hatip okullarıyla kuran kursları ardına kadar açılmıştır. Orta öğrenimde okuyan her 10 öğrenciden birinin İmam Hatipli olduğu, yalnızca İstanbul'da ortaokul sayısından çok kuran kursu açıldığını yineleyelim.
Oyun bu denli açıktır. İlerde ülkenin üst düzeyine geleceklerin ipleri ABD'ye dönük olacak, yönetecekleri kitlelerin bakış açıları ve alt kültür yapıları ise Suudi ve humeyni kültürüne dönük olacaktir. Yani bir yanda ağa babaları Vaşington, bir yanda Mekke-Medine-Tahran...
İşte Köy Enstitülerini kapatanlar hala bu başarılarının faizini yiyor, onunla devlet yönetiyor, geçiniyorlar. Daha da yiyeceklerinden başka...!
Köy Enstitüleri, İkinci Dünya Savaşının getirdiği ağır koşullara karsın, her türlü kültürel baskıdan, gerilikten kurtulabilmemiz için, başvurulacak asıl yolun, yabancılara avuç açmaktan değil, kendi halkımızın öz kaynaklarına, gücüne güvenmekten geçişinin adıdir;
Halkımızda öteden beri varolan yaratıcılığın, çalışkanlığın, imece ve dayanışmaya olan yatkınlığının kanıtıdır;
Eğitim ve öğretim girişimini köy düzeyine indirerek, yoksul köy çocuklarına tanınan ilk fırsat eşitliğinin, yerel koylu önderlerinin yetiştirilmesinin; köy, orman, su, toprak, tarim, tarih gibi çevre araştırmasının, zengin folklor değerlerimize el atılışının adıdir;
Öğretmeni ve öğrenciyi, "dörtduvar karatahta gevezeliği"nden çıkararak, gerçek yaşama geçiren, çevreyi okul ve sınıf yapan, meyveyi, çiçeği ağacında tanıyan, elişi kağıtlarıyla cansız, kokusuz çiçek yapan değil, çiçeği bahçede yetiştiren, yoksul köy çocuklarına kişilik verme, ülke gerçekleri karşısında uyanma, soru sorma, yüreklice sesini çıkarabilme savaşının adıdır Köy Enstitüleri...
Osman Şahin
Dicle Köy Enstitüsü mezunu
(*) Köy enstitülerinin kuruluşunun 50. yılı olan 17 nisan 1990 günü; Şükran Kurdakul / Ayla Akbal ve Osman Şahin'in de katıldıkları panelde, yazarın, Bursa Tayyare sinemasında yaptığı konuşmadan.


0:00