Giriş
Köy öğretmeni yetiştirmek amacıyla 1940’ta, 17 Nisan’da çıkarılmış bir yasayla kurulan Köy Enstitülerinden o kadar çok yazar yetişmiştir ki, biz bu okulları öğretmen değil de, yazar yetiştiren okullar olarak düşünmeye alışmışızdır. Bu yazarlar, Türk edebiyatına köy gerçeğini içerden taşımakla kalmamış, okur kitlesini de genişletip değiştirmişlerdir.
Bu incelemede Köy Enstitülerinden doğan edebiyatın iki yönü üzerinde durmayı amaçlıyorum. Birincisi, bu okullarda okuyan öğrencilerin edebiyatla bağı nasıl kuruldu, nasıl bir edebiyat eğitimi gördüler? İkincisi, Enstitülerden yetişen yazarların ortak özellikleri nelerdi ve edebiyatımıza neler kazandırdılar?
Köy Enstitülerinin en önemli özelliklerinden biri, bütün ülke genelini kapsayacak biçimde kurulmuş olmasıdır. Etkisi ve dönüştürücü gücü de büyük ölçüde bu bütünsel ve köklü niteliğine dayanmıştır.
Ülke çapında beş altı yıl süren, bir eğitim seferberliği olarak tanımlanabilecek bu hareketin başarısı ve etkisi uzun yıllar sürmüştür. 21 Köy Enstitüsü, çevresindeki illerdeki köylerden öğrenci alarak öğretmen yetiştirmiş ve onları kendi köylerinde öğretmen olarak eğitim vermeye göndermiştir. Daha sonraAnkara Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kurularak, burada da üniversite düzeyinde çeşitli dallarda eğitim verilmiştir. Kısa sürede iyi eğitim görmüş, çağdaş değerleri benimsemiş, yurtsever ideallerle yoğrulmuş mezunlar veren Köy Enstitüleri’nin bu başarısı, köyde ortaçağ ilişkileri ve kafasını sarsmış, özellikle iktidar üzerinde etkili olan toprak ağalarını ürkütmüştür. Köyde ağanın ve imamın saygınlığını sarsan bir başka otorite, öğretmen, Köy Enstitüleriyle tarih sahnesine çıkmıştır.
Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD ile girdiği bağımlılık ilişkileri ve değişen iktidar politikaları, giderek soğuk savaşın bir cephesine dönüşmesi, Köy Enstitülerinin de sonunu hazırlamıştır. Bu süreçle kurulan iktidar, Köy Enstitülerine yönelik köy egemenlerinin eleştirisini dikkate alacak duruma gelmiştir. İlk iş, enstitülerin kurucuları Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ile İlköğretim Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un görevden alınması olmuştur. 1946’da yeni gelen bakan ve ilköğretim müdürü, ilkin eğitim programına müdahale etmiş, enstitülerin yönetici ve öğretmenlerini değiştirerek buradaki eğitimin yaratıcı özelliklerini budamaya çalışmıştır.
Köy Enstitülerinden yetişen yazar Fakir Baykurt bu süreci şöyle anlatmaktadır:
“1946’da tek dereceli seçimler yapıldı. Toprak beyleriyle gericilerin adamları Ankara’yı ele geçirdiler. İlk iş olarak da Köy Enstitüleri’nin yönünü değiştirdiler. Bu yüzden okuldaki son iki yılım çok sıkıntılı geçti. Kalemi alıp kâğıt üstüne bir şeyler geçiren, bir şeyler yaratmaya çalışan insanların koğuşturulması, sorgulara çekilmesi, karanlıklara kapatılmasının acısını daha o günler tattım. Köy Enstitüleri bayramı için şiir yarışmaları açıldı. Yarışmaya verdiğim şiirlerin birinden dolayı, topu topu bir tahta bavul dolduran öteberimi didik didik ettiler. Yatağımı yorganımı deştiler”1
Bu politika değişikliğinin ilk kurbanı, 1947 yılında kapatılan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü olmuştur. 1950’de DP iktidarıyla birlikte Köy Enstitülerinin tasfiyesi hızlanmış, 1954 yılında tamamen kapatılarak ilköğretmen okullarına çevrilmişlerdir.
Köy Enstitüleri üzerine Colombia Üniversitesinde bir doktora çalışması yapanFay Kirby’ye göre, bu okullar dünya eğitim tarihi içinde etkilenme kaynakları olmakla birlikte bütünüyle Türkiye’ye özgü eğitim kurumlarıdır.2 Bu eğitim kurumlarının özgünlüğünü, Türkiye’nin kısıtlı ekonomik koşulları, yoksulluğu ve nüfusunun yüzde seksenden çoğunun köylerde yaşaması belirlemiştir. Hızla bu büyük köylü nüfusu eğitmek, daha büyük bir ulus inşası sürecinin içinde, bağımlı, hurafelere inanan ortaçağ bireylerinden bilinçli yurttaşlara dönüştürmek genç Cumhuriyetin en önemli görevlerinden biri olarak ortaya çıkmıştır. Bu devasa görevi kısıtlı maddi koşullarda gerçekleştirmek için, ilkin askerlik sırasında seçilen ve 6 aylık kurstan geçirilen “eğitmen”lerle köylerde okuma yazma eğitimi denenmiştir. 1938’de Eskişehir Çifteler ve İzmir Kızılçullu’da Eğitmen Kursları açılmış, bu yetersiz ilk adım, elde edilen deneylerin değerlendirilmesiyle 1940’ta bütün ülkeyi kucaklayan Köy Enstitüsü hareketine dönüşmüştür.
Köy Enstitülerinin en önemli niteliği, köylüye hem kuramsal hem de yaşamı ve üretimi için gerekli pratik bilgileri verecek öğretmenler yetiştirmeye çalışmasıdır. Kuramsal derslere ayrılan zaman kadar uygulama derslerine de zaman ayrılmış, öğrencilere, köy ekonomisinde vazgeçilmez işlerin eğitimi verilmiştir. Enstitülerin bahçelerinde sebze yetiştirilmiş, atölyesinde demircilik yapılmış, binalar, birçok yerde öğrencilerin çalışmasıyla inşa edilmiştir. Yaz tatillerinde deneyimli öğrenciler, başka enstitülerin inşaatlarında görevlendirilmiş, yeni yerlerde dayanışma içinde yaşamın üretim içinde zenginliğini tatmışlardır.
Böylelikle yetişip köyünde göreve başlayan öğretmen, okulun bahçesinde uygulamaya girişecek, sebze yetiştirecek, arıcılık yapacak, bunları bilimsel bilgilerin yardımıyla daha verimli kılacağından, köylülere bu yaptıklarıyla örneklik edecekti. Zaten köy öğretmeninin önemli bir görevi de yetişkinleri eğitmekti. O dönemde köylerde gündüz çocukları, akşamları yetişkinleri eğiten bir okul ve Köy Enstitülü öğretmenler vardı.
Uygulama ile kuramın bu iç içeliği yetişen öğretmenlerin kişiliklerinde ve mesleki becerilerinde de belirleyici olmuştur. Zorluklar karşısında yılmayan, ikna etmeyi bilen, örgütçü, toplumcu değerlere bağlı bir öğretmen kuşağı yetişmiştir.
Daha sonra bu nitelikler, Türkiye’de bütün öğretmenlerin sendika ve derneklerde örgütlenmesi sürecinde Köy Enstitülü öğretmenleri önder konuma getirmiştir. Edebiyattaki katkılarında da kuram ile pratiği hep birlikte gözeten bu eğitim yönteminin payı olsa gerektir. Köy Enstitülerinde okuma, yazmadan ayrı düşünülmüyordu. Bilgilerin yaşamda bir işlevi olmalıydı. İyi bir okuma ve tartışma ortamı yaratan Köy Enstitüleri bunun verimlerini de kısa sürede edebiyatta ortaya koyacaktı.
- Köy Enstitülerinde okuma eğitimi
Köy Enstitülerinin kurucusu Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in bir başka önemli girişimi, bir “tercüme seferberliği” başlatarak Milli Eğitim Basımevinde dünya klasiklerini yayımlaması ve özellikle okullar kanalıyla bütün Türkiye’ye ulaştırmasıydı.
Köy Enstitülerinde okuyan köy çocukları da, oluşturulan okuma ve tartışma ortamıyla bu seferberlikten en çok yararlanan kişiler oldu. Köy Enstitülerinin asıl kurucusu İsmail Hakkı Tonguç, etkin, kişilikli bireyler olarak yetiştirmek istediği Enstitülülerin dünya edebiyatını, insanlık kültürünü özümsemesini çok önemsiyordu. 1942 yılında çıkarılan “Köy Enstitüleri Öğretim Programı”nda Türkçe öğretimine ilişkin şu öneriler yer alıyordu:
“Amaç: Okumada yazmada ve konuşmada güzellikten çok doğruluk aranmalıdır; esasen güzelliğin ilk şartı doğruluktur; bunu temin etmek sanatkâr yetiştirmenin de emin yoludur. (…) Hiçbir ders Türkçe dersi kadar zevk, şahsiyet ve ahlâk eğitimine elverişli değildir. (s. 11)
Okuma: Enstitülerde talebenin ders dışındaki okumalarını düzenlemek hem zaruri hem de diğer okullara nisbetle daha kolaydır; çünkü talebe ancak kendisine verilen eserleri okuyabileceği gibi her gün öğretmeniyle temas etme imkânını bulacaktır. (…) Tavsiye edilen eserler derslerde bahsedilen meselelerle, talebenin iş ve düşünce hayatıyla ilgili olmalıdır. (s.19)”3
Görüldüğü gibi serbest okuma programlarını da derslerdeki konulara bağlama, her ikisine de ilgi ve merakı artırmanın yanı sıra, işlevsel kılma amacı öngörülüyor. Enstitü öğretmenlerinin öğrencilerini okuma ve tartışma konusunda sürekli yüreklendirdiği, buna olanak yarattığını Enstitü çıkışlı yazarların anılarından biliyoruz.
Bu okuma izlencesinde özellikle dünya klasikleri ve yeni gelişmeye başlayan gerçekçi edebiyatımızın ürünleri vardı. Anılardan en çok beğenilen yazarlardan birinin Sabahattin Ali olduğunu biliyoruz. Kuyucaklı Yusuf romanı, Kağnı, Ses öyküleri köy çocuklarından oluşan Enstitü öğrencilerini derinden etkiliyordu.Panait İstrati, Maksim Gorki ve öteki Rus yazarları da çok okunuyordu. Talip Apaydın anılarında, yaz tatilinde inşaat için gittiği başka bir Köy Enstitüsünde çalışmaktan fırsat buldukça Sait Faik’in öykülerini okuduğunu belirtir.4
Yusuf Ziya Bahadınlı ise, yaz tatilinde köyüne gitmeyerek, yatağını Pazarören Köy Enstitüsü’nün kitaplığına sermiştir. Kütüphaneyle ilişkisini şöyle yazıyor: “Kitaplara dokunmadan sırtlarını okuyordum; çoğunlukla bana bir şey söylemiyorlardı. Orada karar verdim, bütün bu kitapları okuyacaktım.”5Yozgat’ın Sorgun ilçesine bağlı Bahadın köyünden gelen çocuk, kitapları raftaki sırayla okumaya girişiyor ve kimilerini anlamadan yarım bırakarak, kimileriyle çok yoğun etkileşime geçerek verimli bir okuma serüveni yaşıyordu. Yusuf Ziya Bahadınlı’nın anılarından, o sıralarda hapishaneye kapatılmış Nâzım Hikmet’in şiirlerinin de Enstitü kitaplığında bulunabildiğini öğreniyoruz.
“Önce adını ‘Kurtuluştan Sonrakiler’ adlı antolojide gördüm. Hazırlayan Orhan Burian:
‘Nâzım Hikmet Ran, şiirimize getirdiği şekil yenilikleri ve dâva meselesiyle o beş senedir en çok münakaşa edilmiş değerli bir şairimizdir. Edebiyatımızın imanla haykıran şairlerinden biri; ne çare ki imanı bu topraktan değil, köksüzdür.’ diyor.
Daha o yaşlarda antolojiyi hazırlayan kişiye öfke duymuştum. Beş satır içinde onu suçluyor, bir yandan da 17 şiirine yer veriyordu!
Adeta çarpılmıştım, bunca yıl geçti aradan, hâlâ birinci şairim odur:”6
Köy Enstitüleri, öğrencilerine okumayı sevdirdiler ve okuma için inanılmaz bir ortam yarattılar.
Şehirli okur yazarların bile7 ulaşamadığı bir özgürlük ortamında dünya ve Türk edebiyatıyla etkileşime geçtiler. Hep kuram ile uygulamayı birlikte gözeten bir eğitim sisteminde okuma ile yazmanın bütünleşmesi de kaçınılmazdı. Çok okuyanlar yazmaya da başladılar. Bu konuda okulların duvar gazeteleri, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nün çıkardığı “Köy Enstitüleri Dergisi” ilk yazı denemelerinin yapıldığı ve yayımlandığı yerler oldu.
- Köy Enstitülerinde yazma eğitimi
Köy Enstitüleri Öğretim Programı’nda yazma eğitimi için de şu değerlendirme vardı:
“Yazma: Yazma çalışmalarında güdülecek amaç, talebenin kendi anlayış ve anlatış özelliklerini muhafaza ederek açık, düzgün ve özentisiz bir ifade ile yazmalarını sağlamak olmalıdır. Köy Enstitülerine gelen talebe ekseriyetle gördüğünü, düşündüğünü ve bildiğini eksiksiz ve fazlasız anlatmağa o kadar alışkındır ki, bu meziyetlerini korumağa çalışmak başlıbaşına bir yazı terbiyesi olacaktır; çünkü eksiksiz ve fazlasız ifade, yazı sanatının en üstün mertebesidir. (…) Seçilecek konular talebeyi gördüğünü olduğu gibi göstermeğe, kendini ve etrafını tanıtmağa, duygu ve düşüncelerini aydınlatmağa, bildiklerini muayyen bir nokta etrafında toplamağa, dileklerini tam ve açık olarak anlatmağa sevk edecek mahiyette olmalı, talebenin alâka, anlayış ve bilgi seviyesini aşmamalıdır; her yıl verilecek konular talebenin ihtiyaçlarına uygun bir nisbette değişik olmalı ve enstitüyü bitiren talebe bütün yazı çeşitlerini denemiş olmalıdır. Serbest yazılarda talebenin şiirden çok hikâye, hâtıra, icmal (özetleme) gibi nesir nevilerine yöneltilmesi daha yerinde olur.
Asıl edebiyatın insanın yaşadığını anlatması olduğu fikri verilmeli ve talebe not, hatıra ve mektuplarla hayatını anlatmak itiyadını kazanmalıdır.”8
Şiir yerine düzyazıyı tercih eden bir edebiyat eğitimi amaçlanıyordu. Köy Enstitülü yazarların çoğunluğu da düzyazıda ürün verdiler. Şair olarak ünlenenler Mehmet Başaran ve Ali Yüce oldu. Birçok Köy Enstitülü şair olmakla birlikte, çoğu ülke çapında okunur ölçüde tanınmadı. Düzyazıcılar ise, Köy Enstitüsü Edebiyatı diye nitelenebilecek ölçüde edebiyatımızda bir ağırlık edindi.
Kendi yaşadığını alabildiğine özlü ve samimi bir biçimde anlatma eğitimi, ilkin “köy notları” diyebileceğimiz bir anlatı türünün doğmasını sağladı. Köy Enstitüsü Edebiyatının öncü ve en etkili ürünlerinden biri, “Bizim Köy”,Mahmut Makal’ın uzun süre Varlık dergisinde de yayımlanmış köy notlarından oluşuyordu. Bizim Köy 1940’ların köyünün yoksulluğunu, geriliğini, hurafelere bağlılığını acımasız bir gözlemcilikle ortaya koyarken, ülke edebiyatına gözardı edilen bir gerçeği de taşımış oluyordu.
1950 yılının başında yayımlanan Mahmut Makal’ın kitabı, olağanüstü bir ilgi ve yankı yarattı. Kısa süre sonra yapılan seçimlerde DP’nin iktidar partisi CHP’ye karşı yürüttüğü propagandada yoğun bir biçimde kullanıldı ve iktidara gelmesinde etkili oldu. Mahmut Makal, daha sonra DP iktidarında baskı gördüğünde, başlarda kendi yazdıklarını iktidara karşı kullanan partinin kendisine yaptıklarını acı acı anacaktır.9
Bizim Köy’ün etkisi ülke sınırlarını aştı ve uluslararası yankı yaptı. Köy Enstitüsü mezunu bir başka yazar Sami Gürel’in anlattıklarına göre, bulunduğu uçak zorunlu bir nedenle Bakırköy havaalanına inen Ernest Hemingway, kendisini ziyarete gelen gazetecilere Mahmut Makal’ı sordu ve görüşmek istedi. Ancak kısıtlı zaman nedeniyle bu görüşme gerçekleşmemiştir. Mahmut Makal, gördüğü ilgiyle İtalya’ya davet edilmiş ve burada bir süre üniversitede ders vermiştir.
Köy Enstitülü yazarlar özellikle öykü ve romanda köy gerçekliğini ortaya koyan eserler vermişlerdir. En çok etkilendikleri yazar Sabahattin Ali’nin gerçekçi yöntemiyle, biyografik öykü ve romanlarla başlayarak, köylülerini, köy gerçeğini anlatmışlardır. Bu yazarların en çok eser verenleri ve tanınanlarını şöyle sıralayabiliriz: Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Dursun Akçam, Yusuf Ziya Bahadınlı, Mehmet Başaran, Ümit Kaftancıoğlu, Osman Şahin, Hasan Kıyafet, Behzat Ay, Ali Yüce, Adnan Binyazar, Kemal Burkay.
Daha çok deneme inceleme türünde eser veren Köy Enstitülü yazarların, romancılar kadar olmasa da, tanınmışları ise şunlardır: Emin Özdemir, Sami Gürel, Osman Bolulu, Mehmet Aydın, Abbas Cılga, Abdullah Özkucur, İsa Öztürk, Pakize Türkoğlu, H. Nedim Şahhüseyinoğlu, Refet Özkan.
Bu isimlere, tanınmamış, bir veya birkaç kitap yazmış onlarca Köy Enstitülü yazar eklenebilir. Köy Enstitülerinin mezun sayısına göre çok büyük oranda yazar yetiştiren eğitim kurumları olmasında, izlenen okuma yazma eğitiminin ve geniş bir özgürlük ortamında edebiyat tartışmaları yapılabilmesinin büyük payı olduğu anlaşılıyor.
- Köy Enstitülü yazarların edebiyata getirdikleri
Hasan Âli Yücel, Köy Enstitülü yazarlar için “Edebiyata kendi giren köylü” tanımlamasını yapıyor. Onlar köylüyü ve köy gerçeğini edebiyata içinden çıkmış olmanın canlılığı ve hararetiyle sokmuşlardı. Onlardan önce köyü ve köylüyü anlatan sınırlı sayıda da olsa edebiyat eserleri bulunmaktaydı. Edebiyatımızda gerçekçiliğin kurucularından Nabizade Nâzım’ın “Karabibik” öyküsü, Akdeniz bölgesindeki bir köyü ve köylüyü 19. Yüzyıldaki durumuyla oldukça gerçekçi biçimde resmediyordu.
Daha sonra, 20. Yüzyılın başında, Osmanlı’nın önemli valilerinden Ebubekir Hazım Tepeyran, Niğde çevresindeki köylüleri anlatan “Küçük Paşa”yı yazmıştı. Ondan biraz sonra Refik Halit Karay’ın gerçekçiliğin erken başyapıtı diyebileceğimiz “Memleket Hikâyeleri”nde de kıyısından köşesinden köy ve köylü biraz yer almıştı. Cumhuriyet döneminde ise, Yakup Kadri’nin “Yaban”ı köyde sürgün bir devrimci aydının gözünden köyü ve köylüyü, tartışmacı bir üslupla gündeme getirmişti.
Neredeyse köy deyince ilk akla gelen yapıtlardan biri olan Yaban’ın yazarı, 1950’lerde ilk ürünlerini veren ve 1960’larda usta romanlarıyla etkili olan Köy Enstitülü yazarlara bir buluşmasında şöyle diyecekti: “Bizler tren penceresinden gördüğümüz köyü yazdık, sizler ise o köyün içinden gördüğünüz köyü yazıyorsunuz.” Bunun getirdiği gerçekçi ve natüralist öğeler, Köy Enstitülü yazarları, 1960’larda çok okunur ve ünlü yapmıştı. Çünkü, o yıllarda köylü de iş ve ekmek arayışında, daha iyi bir yaşam peşinde şehirlere göç ediyordu. Okuma yazma öğrenen çocukları, 60’ların ve 70’lerin özgürlükçü ve siyasi arayış içindeki Türkiye’sinde kendi gerçeğini ararken Köy Enstitülü yazarlardan yararlanmaya çalışıyordu.
Köy Enstitülü yazarların eserlerinin konusu şehri de içermeye başladı. Toplumun bu değişimine gözünü kapatmayan bir edebiyat vardı. SözgelimiFakir Baykurt 50’lerin sonunda büyük ses getiren ve filme de alınan “Yılanların Öcü” romanının devamını şehirde sürdürüyordu. Metin Erksan’ın 1960’ta romandan çektiği film, yoksul köy gerçeğini yansıtması nedeniyle sansürce yasaklanmış, ancak 27 Mayıs Devriminden sonra devlet başkanıCemal Gürsel’in özel izniyle gösterime girebilmişti. Fakir Baykurt, “Irazcanın Dirliği”nde romanın devamını yazdı. Daha sonra “Kara Ahmet Destanı”nda ise, Kara Bayram ailesinin göçmesini ve şehirdeki mücadelesini anlattı.
Talip Apaydın, “Kente İndi İdris” kitabında şehre gelen köylüyü yazdı. Yusuf Ziya Bahadınlı, otobiyografi ağırlıklı ilk kitaplarından sonra, “Gemileri Yakmak” kitabında çağdaş sınıf mücadelelerini Gaziantep şehri özgülünde, sağlam bir tarih bilinciyle romanlaştırdı. Köy Enstitülü yazarlar, eğitimlerinde aldıkları temel ilkeleri uygulayarak hep içinde bulundukları toplum gerçeklerini yazdılar. Bu toplum gerçeğini köyden başlayarak şehirlere taşıdılar, oradan da yurtdışına giden köydaşlarını izleyerek Avrupa koşullarında dile getirdiler.
Edebiyatımızın gerçekçi damarını önemli ölçüde geliştiren ve besleyen bu edebiyat kanalı, özellikle 1970’lerden itibaren etkili olan, şehirli ve küçük burjuva eğilimli yazarların ön palana çıkmasıyla geriye çekildi. Küçük burjuva yazarların, birey-toplum diyalektiğini kavrayamayan roman ve öykülerinde kendi konumlarını mutlaklaştırarak gerçekçi perspektiften koptukları görüldü.
1950’lerde Batı kopyacılığıyla beslenen, 60’ların özgürlükçü ortamında sesi pek duyulmayan küçük burjuva edebiyatı 70’lerde yeni bir ivme kazandı. Yazarlarının basın ve yayın kurumlarındaki etkin yerlerini kullanma becerisiyle, büyüyen sermayenin ideolojik etkinliklere daha çok kaynak ayırmasından beslenerek, Köy Enstitülü yazarlara karşı “köy edebiyatı” etiketli küçümseyici bir kampanya yürütüldü; çağdaş toplum şehir toplumuydu ve onun edebiyatı da şehirli olmalıydı.
Oysa edebiyatın güçlü ve değerli olması için seçilen konu veya olayların işlendiği mekân değil, insana ve topluma ilişkin bakış açısı, edebi estetik, dil, canlandırma ve kurgu önemliydi. Ayrıca Enstitülülerin köyü konu edindikleri dönemde, ülke nüfusunun yarıdan çoğu köylerde yaşıyordu ve tarım, ülke ekonomisinde hâlâ yüksek paydayı oluşturuyordu.
Ayrıca 1950’de iktidara gelen DP, siyasi bilinci geri düzeyde köylü kitlelerine dayanmış olmasına rağmen, köy egemenlerinin siyasetini yürütüyor ve küçük köylünün yıkımını getiren ekonomik politikalar izliyordu. Köy Enstitülü yazarların odağa köyü aldığı koşullarda Türkiye toplumunun odağında da buradaki değişmeler vardı. Üstelik onlar bu dinamiği izlemeyi ihmal etmiyor şehre ve yurtdışına sürülen köylüleri izleyerek onların edebiyat sahnesinde maceralarını anlatıyorlardı.
Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlardan Emin Özdemir’e göre, onlar “edebiyatın coğrafyasını” değiştirdiler. Daha önce İstanbul ve birkaç büyük şehirle sınırlı edebiyat mekânı bütün ülkeyi kucaklayacak ve kapsayacak bir genişliğe kavuştu.
Ümit Kaftancıoğlu ve Dursun Akçam Kars ve yöresini edebiyata sokarken,Osman Şahin Toroslar’dan Akdeniz’e açılıyordu. Mehmet Başaran Trakya ve Kazdağları’nı anlattı.
Talip Apaydın, Yusuf Ziya Bahadınlı İç Batı Anadolu ve Orta Anadolu’yu edebiyata taşıdılar. Behzat Ay, Samsun-Bafra’yı yazdı.
Fakir Baykurt İç Batı Anadolu, Ankara, Almanya mekânlı eserler verdi. Haydar Işık Doğu Anadolu eksenli romanlar yazdı. Hasan Kıyafet Trakya ve Anadolu’yu yazdı. Burada ismini anmadığımız daha birçok yazarla Anadolu bütünüyle edebiyatın mekânına dönüştü. Ülkenin coğrafi-insani zenginliği ve çeşitliliği Köy Enstitülü yazarlar eliyle edebiyata girdi. Denebilir ki, tek başına bu bile, edebiyatımızın coğrafyasını genişletmeleri Köy Enstitülü yazarların edebiyatımıza yaptıkları olağanüstü bir katkıdır.
Köy Enstitülü yazarlar, gerçekçilik ve natüralizm karışımı bir edebi yöntemle eser verdiler. Özellikle kendi yaşadıklarını yazarak başlamaları ve köy notları, onların ampirik gözlemlerini abartmalarına ve gerçekçiliğin tipikleştirme kategorisine uzak kalmalarına neden olmuştur. Gerçekçilik yerine olguculuğun etkili olduğu öykü ve romanlar bu edebiyatın zayıf yanlarından biridir. Kimi zaman bunu aşan ürünler verilse de, edebi estetikte olguculuğun güçsüzleştirici sonuçları ortaya çıkmaktadır. Enstitü Edebiyatını “köy edebiyatı” biçiminde değil, yeterince gerçekçi olamamakla eleştirmek daha doğru olur. Gerçekçilik yerine natüralizme ve olguculuğa düşme tehlikesi, bu edebiyatı zayıflatan yanlarından biridir.
Sonuç
Köy Enstitüleri, özellikle kendi aklını kullanma cesareti ve becerisi gösteren insanlar yetiştirerek Aydınlanma düşüncesinin idealindeki insanların, iyi bir eğitimle yaratılabileceğinin bir örneğini vermiştir. Okuma yazmayı sevdiren katılımcı bir eğitim ve öğretim süreci, başarısını ve verimliliğini, öğretmen etkinliklerindeki becerileri bir yana bırakılsa bile, mezunları arasından çok sayıda yazar çıkmasıyla ortaya koymuştur. Özgürce okuma ve tartışmanın ve izlenen kuramsal-uygulamacı yöntemin yazarların yetişmesinde temel olduğu anlaşılmaktadır.
Bağımsız kişilikli, toplumcu değerlere bağlı, ülkücü bir öğretmen kuşağı ortaya koyan Köy Enstitüleri bu değerleri daha da geliştirerek edebi ürünler veren, ülke edebiyatına damgasını vuran bir yazar kuşağı da yaratmıştır. Bunların kendi gerçeklerinden yola çıkarak ülke gerçeklerine vardıkları, eserleriyle içinde yoğruldukları toplumun insani süreçlerini yansıttıkları görülmektedir. Toprağına bağlı, yurtsever, ülkenin bir avuç ayrıcalıklı azınlık tarafından yönetilmesi ve emperyalizmin etki alanına sokulmasına tepki gösteren bir yazarlar kuşağıdır bu. Alabildiğine yerel başlayan ve bu yönüyle giderek evrenselleşen bir edebiyattır.
Köy Enstitülerinin edebiyatında son 70 yılımızın tarihi, sosyolojik dönüşümlerinin zengin ipuçları bulunmaktadır.
KAYNAKLAR
Apaydın,Talip; Köy Enstitüsü Yılları, Çağdaş Yayınları, 1983, İstanbul.
Bahadınlı, Yusuf Ziya; Öyle Bir Aşk, Gelenek Yayınları, 2001, İstanbul.
Bayrak, Mehmet; Köy Enstitüleri ve Köy Edebiyatı, Öz-Ge Yayınları, 2000, Ankara.
Kirby, Fay; Türkiye’de Köy Enstitüleri, İmece Yayınları, 1962, Ankara.
Makal, Mahmut; Enstitülüler, Piramit Yayıncılık, 2005, Ankara.
1 Fakir Baykurt, aktaran Mehmet Bayrak, Köy Enstitüleri ve Köy Edebiyatı, s. 26-27, Öz-Ge Yayınları, 2000, Ankara.
2 Fay Kirby, Türkiye’de Köy Enstitüleri, İmece Yayınları, 1962, Ankara.
3 Aktaran Mehmet Bayrak, a.g.e., s.76-77.
4 Talip Apaydın, Köy Enstitüsü Yılları, Çağdaş Yayınları, 1983, İstanbul.
5 Yusuf Ziya Bahadınlı, Öyle Bir Aşk, s. 91-92, Gelenek Yayınları, 2001, İstanbul.
6 A.g.e., s.98.
7 Bu konuda, Hasanoğlan’ı Genelkurmay Başkanıyla ziyarete gelen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün tanıklığı önemlidir. Enstitünün koyunlarını güden kız öğrenci Hatice’nin azığından Sofokles’in Antigone’sinin çıktığını gören İnönü, henüz şehirdeki gençlerin bile bu kitabı okumadığını belirterek, bütün gençlerimizin kitap okur hale geldiği bir Türkiye’nin kurtulmuş demek olacağını söylemiştir. Anlıyoruz ki, Köy Enstitüleri okur yazar yetiştirmede şehir liselerinin de önüne geçmiştir. Buralardan çok sayıda yazar yetişmesini buna bağlamak mümkündür. Bilgi kitapta durduğu gibi durmuyor, insan yaratıcılığının kaynağına dönüşüyordu.
8 Aktaran Mehmet Bayrak, a.g.e., s. 79.
9 Mahmut Makal, Enstitülüler, Piramit Yayıncılık, 2005, Ankara.