EFSANELER UNUTULMAZ...

İvriz Köy Enstitüsü Eğitmen Tamamlama Kursu Müdürlüğü'ne Atandım.
     5 gün içinde acele işlerimi tamamladım. 17 Nisan’da AdanaKonya-İstanbul posta treni ile Ereğli’ye hareket ettim. Gülek Boğazı’nı geçinceye kadar sıcaktan bunaldım.
    Gülek’ten sonra hava serinlemeye başladı. Köy enstitüsünde yapacağım görevleri düşünüyordum. Pozantı’ya gelince, Ulukışlalıların Pozantı Cephesindeki savaş alanlarını keşfetmeye çalışıyor ve bir Fransız birliğinin içinden çıkmadıkları için birlikte yakıldıkları Kadir Hanı araştırıyordum.
    Çocukluğumda Çıkrık Ağılımızda ırgat olarak ekinimizi biçen Ulukışla’lı Gökşen’in Hasan, Pozantı’da Ulukışlalıların Kuva-yı Milli’ye Teşkilatı ile Yakup Gökşen’in komuta ettiği birinci bölükte görev yaptığını, Kadir Han içinden ateş eden 30 kadar Fransız askerinin teslim olmamaları üzerine, iki teneke gazyağı getirip hana dökerek ateşlediklerini, duman ve kurşundan kurtulan 15 kadar Fransız askerini esir aldıklarını söylemişti.
    Trenimiz Pozantı’dan hareket etti. Ben hâlâ bir çok Fransızı makinelı tüfek ateşi ile saf dışı eden Çayhan’lı Hüseyin Çavuşla, Ulukışla’lı Hacı İbrahimin Sarı’nın şehit edildikleri alanı keşfe çalışıyordum. Trenimiz Toros tünellerine girdi. Hemen pencereleri kapattık. Ulukışla’da beni kardeşim İbrahim karşıladı. Trenimizin beklediği süre içinde lokantasında yemek yedik. Ulukışla İstasyonu ve Kasabası Salihli’de öğretmenlik için ilk ayrıldığım 26 Ekim 1933 gününden beri fazla bir değişikliğe uğramamıştı.
    Trenimiz tekrar hareket ettikten sonra Kardeşgediği Yokuşu'nda yavaşladı. Trenin penceresinden İlbeyi Yaylası ile Sıyırmalık tarlalarını görünce, ilk gençliğimin geçtiği köydeki çobanlık günlerimi hatırladım. Hormonsuz, vitamin yüklü sıyırmalık, kangal, kenger ve burçalık gibi dağ sebzelerini ve çevresindeki otları eski dostlar olarak selamladım. Trenimiz Kardeşgediği’nden sonra inişe geçti. Türkiye’nin en tatlı üzümlerini yetiştiren Alpagut Bağları gözlerimin önüne serildi. Biraz sonraki aşağı bağda, Hasan Ünal Ağılı karşısındaki gölde babam Hacı Osman Eren’le birlikte 3 saat içinde 150 tokluyu yıkadığımızı anımsadım. Ereğli’de yaylı ve körüklü bir faytona atlayarak şehir merkezine gittim. Arabacım köy enstitüsü elemanlarının Hasan Kurt’un dükkânında toplandıklarını, müdür yardımcısı Fehmi Oyvat’ın emrinde enstitünün bir kamyonu olduğunu söyledi. Arabacım Hasan Kurt’un dükkânına uğradıktan sonra, Fehmi Bey'in Hayrullah’ın lokantasında olduğunu öğrenip, beni lokantanın önünde indirdi ve kamçısıyla lokantanın penceresinden görünen Fehmi Bey'i işaret etti.
    Lokantaya girdim. Uzun boylu, ütülü gri pantolonlu bir zat yemeğini bitirmiş, keyif kahvesi içiyordu. Bir boyacı da ayakkabılarını boyuyordu. Kendimi tanıttım ve İvriz Köy Enstitüsü’ne nasıl gidebileceğimi sordum. Bana çok nazik davrandı. Yemek ısmarlamak istedi. Aç olmadığımı söyledim. Bunun üzerine kahve ısmarladı ve biraz sonra birlikte gidebileceğimizi söyledi.
    İvriz Köy Enstitüsü
    İvriz Köy Enstitüsü, Ereğli’nin güneybatısında 10 kilometre kadar uzağında, Gaybi, Durlaz, Sarıca ve Lütfühamidiye köyleri arasında, meyilli, köylülerin “Hakvermez Yokuşu” adını taktıkları, çok verimsiz, kıraç, 200 dekarlık geniş bir arazi üzerinde kurulmuştu.
     Girişte, altta İvriz Çayından alınan bir su arkının geçtiği alanda inek ve at ahırları yapılmış, başta Amasya, Starkin ve Daldabir cinsi elmalar olmak üzere meyve ve sebze bahçeleri kurulmuştu. Kıraç arazi süs ağaçları ve kuraklığa dayanıklı meyve cinsleriyle büyük emekler sarf edilerek yeşillendirilmişti.
    Arazinin güneyindeki en yüksek yerinde, bir bayrak direğinin çevresindeki çok geniş alanın sınırlarında tek katlı öğretmen ve personel evleriyle derslikler, yatakhaneler, ambarlar yapılmıştı. Binaların merkezinde de en büyük bina, altında yemekhane ve depolar olmak üzere, yönetim odaları ile sahneli büyük bir salonu bulunan merkez bina vardı. Binaların batısındaki bir dere kenarında da bir koyun ağılı vardı.
     Chevrolet kamyonumuz merkez bir yapı önünde durdu. Mektup ve yolcu bekleyenlerle meraklı bir grup etrafımızda toplandı. Fehmi Bey beni kamyonu karşılamaya gelen Müdür İhsan Baykal’la tanıştırdı. Müdür oradakilere gerekli emir ve talimatları verdikten sonra, beni alıpTarım Öğretmeni Salih Ziya Büyükaksoy’un evine götürdü.     
    Yolda Hamit Özmenek’le karşılaştık. İhsan Bey bizleri tanıştırırken Hamit Bey için “Hamit Bey ünlü eğitimci Rauf İnan’la birlikte Çifteler Köy Enstitüsü’nü kurmuşlar. Kendisi öğrenci ve vatan sevgisi, fedakârlıkları bakımından eğitim tarihine geçen Pestalossi ve Dr. Herman Lits derecesinde mesleğine bağlı, fedakâr, çalışkan bir arkadaşımızdır.” dedi.
    Öğretmen Salih Ziya Büyükaksoy’un Evine Konuk Oldum
    Salih Bey'in evinin balkonuna vardık. Ev hanımı çok süratli bir biçimde sandalye örtülerini balkona taşıdı. Bizlere “hoş geldiniz” deyip, hatırımızı sorduktan sonra kekik çayı ikram etti. Az sonra da yeni çekilmiş enfes kahve ikram etti. Eteklerine yapışan iki ikiz çocuğu, şu anda emekli öğretmen olan Feride ve müzik profesörü olan Feridun’u ellerinden tutarak: “Hadi yavrularım, misafirlerimizin ellerini öpün. Baksanıza evimizi onurlandırdılar.” dedi. Çocuklar elbiselerini düzelterek, arka arkaya geçip, sırayla ellerimizi uslu uslu öptüler. Hamit Özmenek bu münasebetle rahmetli Seniha Hanım’ın kimi özelliklerinden de bahsetti. Yalnız enstitü kadınlarına değil, köy halkına da tasarruf yönünden örnekler sergilediğini söyledi. Örneğin her çamaşır yıkamada çocukların külotlarındaki lastikleri çıkartır, çamaşır yıkanıp ütülendikten sonra yeniden takar ve lastiğin daha uzun süre kullanılmasını sağlarmış.
     Ev nakillerinde soba borusu içinde patates ve soğanları taşır, bozulmaya yüz tutmuş soğan ve benzeri maddeleri kavurarak uzun süre kullanırmış. Rahmetli Seniha Hanım, evde ve balkonda kıvır kıvır dolaşıyordu. Çocukluğunu ve genç kızlığını geçirdiği Giresun’un rüzgârlı günlerinde kayalara çarpıp, canlı bir yaratık gibi köpükler saçarak vahşi sesler çıkaran oynak denizin ona kazandırdığı atikliği üzerinde taşıyordu. Bor Kemerihisar’ın Bahçeli Köyü'nden hemşerim ve Gazi Eğitim Enstitüsü'nden arkadaşım Türkçe Öğretmeni Ali İhsan Beyhan’ı görmek istediğimi söyledim. Hamit Bey beni kütüphanede dergi çıkarma hazırlığı yapan Ali İhsan Bey'e götürdü. Kucaklaşıp öpüştük. Sayın Beyhan o sırada İvriz Dergisi’ni çıkarıyor, dergiyi bütün orta dereceli okulların örnek dergisi haline getirmek için çaba sarf ediyor, gecesini gündüzüne katıyor, uçan kuştan, esen rüzgârdan haber ve yardım bekliyordu.
    Dergi kolu için her sınıftan seçilen birer öğrenciyle birlikte aylık çıkardıkları dergide çıkacak yazıların tertip ve tasnifini yapıyorlardı. Beyhan’ın bütün gücüyle öğrencilerini yetiştirmeye çalıştığını, ders dışındaki zamanlarda da anma günleri, müsamereler hazırladığını öğrendim. Çok memnun kaldım. Bu sırada akşam yemeği zili çaldı. Beraberce yemek salonuna gittik. Beni yemeğe gelen öğretmenlerle de tanıştırdılar. Yemekhane, mutfak ve ambarların üstünde sahneli, en az 300 kişi kapasiteli geniş bir salondu. Konferans ve sinema salonu olarak ta kullanılıyordu. Temizlik ve tertip işlerinde olduğu gibi, yemek esnasında da, her hafta bir sınıfın öğrencileriyle sınıf öğretmeni nöbet tutuyor, yemekleri kapalı bakraçlar içinde mutfaktan yemek masalarına getiriyor ve dağıtıyorlardı. Yemekten sonra öğretmen misafirhanesinde istirahata çekildim.
    Eğitmenler Kursu Yöneticiliği
    Üç aylık tamamlayıcı kurs için okula, İvriz Köy Enstitüsü bölgesi dâhilindeki Konya ve Niğde merkez ve ilçeleri köylerinden 32 eğitmen gelmişti. Bunların haftalık ve aylık ders programlarını hazırladım. Okuma, okuduğunu değerlendirme, hesap, hayat bilgisi ve medeni bilgiler konularına ağırlık verdim. Günde 4 dersin dışında, bir saati de serbest konuşma ve değerlendirmeye ayırdım. Sabahları öğrencilerin yaptıkları beden hareketleri çalışmalarına eğitmenlerin de katılmalarını sağladım. Programımı okul müdürüne de tasdik ettirdim.
    Bu sırada bilimsel karakterli “İlk ve Orta Dereceli Okullarda Kitaplık Tertip ve Tasnif Kılavuzu” adlı kitabım basım hazırlığına gelmişti. Müdür İhsan Baykal’a “Ben geceleri vereceğiniz bir kısım öğrencilerle kitaplığınızın bilimsel tertip ve tasnifini yapayım.” dedim ve basıma gidecek kitaplık kitabımı tanıttım. “Buna mukabil, sizin de branş öğretmenlerinin müsait zamanlarında kendi branşlarındaki basit temel bilgileri eğitmenlere kazandırmalarında yardımcı olmanızı dilerim.” dedim. Rahmetli İhsan Baykal bu teklifimi büyük bir memnuniyetle kabul etti. Eğitmenlerin sistemli temel bilgileri olmadığı için, onlara mikrobun gösterilmesini önemli saydım. O sırada okulda Ahmet Oğultürk adında çok faal bir okul doktoru vardı. Kendi işlerini eksiksiz yaptığı gibi, başkalarının hizmetine de koşardı. Hele Hakvermez Yokuşu'nun o verimsiz toprağına dikilen süs ve meyve ağaçlarının sulanmasında başta Müdür İhsan Baykal ve eşi Ayşe Baykal olmak üzere Ahmet Dedeköy, Dr. Ahmet Bey, Hamit Özmenek, Ali İhsan Beyhan gibi öğretmenler akşamdan sabaha kadar uyumak bilmez, su arkını kontrol eder, suyun köylülerce kesilmesini önlerlerdi. Dr. Ahmet Bey'e rica ettim, birkaç defa derse katıldı. Bir keresinde elinde mikroskobu, yanında sıtma hastalıklı bir adamla birlikte sınıfa girdi.
     Mikroskobu ayarladı, hastadan bir damla kan alarak mikroskobun camı üzerine koydu. Bütün eğitmenlere tek tek mikroskoptaki kana baktırdı. Mikroskopta bir damla kan içinde mikrop adı verilen yüzlerce canlının cirit attığını gören eğitmenler: “Aman efendim, kan içinde küçük hayvanlar bir koyunun kuyruğundaki kurtlar gibi saldırıyorlar.” dediler. Dr. Ahmet Bey'in bu gösterisi eğitmenler üzerinde çok müspet etki yaptı. Sonradan takip ettiğime göre, bulundukları köyün halkına bu deneyi günlerce anlatmışlar. Eğitmenler Dr. Ahmet Bey'in yanı sıra branş öğretmenlerinden Türkçede Ali İhsan Beyhan ve Sevim Senan, matematikte Fehmi Oyvat ve Cemal Türkekul Bey'den çok faydalandılar. Serbest konuşma ve değerlendirme saatinde eğitmenler çok ilginç konuşmalar yaptılar. Bu konuşmalardan aldığım notları, genç öğretmenlerin çevre ve köy incelemelerinde faydalanacakları bir kaynak olarak gördüğümden, aşağıda bilgi ve ilgilerine sunarım:
    Eğitmenlerden Çok Şey Öğrendim Gölören Köyü Öğretmeninin Konuşması
    Gölören Köyü'nün yakınında Karaören Köyü vardır. Bu köyde eskiden Kırlı Yakup adında hazırcevap bir adam yaşamış. Onun söylediklerinden köylülerden öğrenebildiklerimi arkadaşlarımın bilgisine sunarım:
     a- Gölören’de zamanında düğüne davet için bu günkü gibi davetiye gönderilmez, adam gönderilirmiş. Ağa’nın düğününe Bor’un Çukurkuyu kasabası'ndaki Hasan Ağa’yı davet etmek için Kırlı Yakup gönderilmiş. Kırlı Yakup ufak tefek, zayıf bir adammış. Hasan Ağa’nın avlusundan girip, kapısını çalmış. Kapıya çıkan ağaya, “Hasan Ağa, Gölören’deki Memiş Ağa’nın oğlunun gelecek hafta Cuma günü yapılacak düğününe buyurun.” demiş. Hasan Ağa haberciyi küçümsemiş, böbürlenerek: “Adam bulamadılar da, seni mi gönderdiler?” demiş. Kırlı Yakup boynunu bükmüş, “Efendim adamı adama gönderdiler, beni de sana gönderdiler.” demiş.
    Bu söze ağa cevap verememiş. Kırlı Yakup “Sağlıkla kalın.” diyerek evi terk etmiş. 
    b- Kırlı Yakup bir gün bir Yörük çadırına uğrar. Orada Kırlı Yakup’a süzülmüş yoğurttan yaptıkları ayran ikram edilir. Kırlı Yakup ayranı içer. Çanağın dibinde yoğurt bulaşığı kalır. Kıllı Yakup çocuklardan biraz su ister. Suyu çanağa dökerek, kalan yoğurtla ayran yapıp içmek ister. Yörük ağası, “Yakup Ağa, çanakları da siz yalayacaksınız da, köpekler ne yalayacak?” der.
    Kırlı Yakup anında cevap verir: “Efendim, bizim köpekler ağalığa heves ediyorlar da, hep kahve içiyorlar.” der. 
    c- Kırlı Yakup yapı ve kuyu ustasıymış. Bir gün köy içinde temel için taş duvar örerken, öğle yemeği için evlerine ayrılmışlar. Dönüşte temel çevresinde bir köpek gören çamurcu: “Hoşt! Usta mı olacaksın?” deyip, köpeği kovalamış. Bu sözden alınan Kırlı Yakup çamurcuya dönerek: “O köpek usta olamaz ama, taş, çamur çekecek kadar olur.” demiş.
     d- Gölören Bucağından bir ağa bir gün Kırlı Yakup’a demiş ki: “Yakup Ağa, ben evleneceğim. Hangi köyden evleneyim? Kırlı Yakup bucağa bağlı 20 kadar köyün her birinin durumuna uygun sözler söylemiş. Bunlardan ancak üçüne söylediğini öğrenebildim: “Babal aldırıp, kokulu çay içeceksen Işıklar’dan evlen.
    Gece yarısı kaldırıp, yarı yanık ekmek yaptırıp, şafaktan önce kol başında bekleyeceksen, Gıcan’dan evlen. Kalçalı avrat alıp, pençeli oğlan doğurtturacaksan Arısama’dan evlen.” demiş.
     e- Kırlı Yakup’a Arısama’da bir su kuyusu eştirirler. Su, kuyunun 40 metre derinliğinde çıkar. Yakup kuyunun dibinde bakraca su doldurarak yukarı çıkartır. Bunun üzerine Arısama’lı ağalar sevinirler. Kırlı Yakup’u kuyudan çıkarmakta gecikirler. Sonunda Kırlı Yakup’un adamı, makara üstünden ipi çekerek 40 metre ileri gittiği zaman Yakup Usta kuyudan çıkar. Üstü başı çamur ve su içindedir. Canı sıkkındır. Ağalar: “Yakup Ağa, senin adamın çok kuvvetli maşallah. Bize bırak git de, koyunlarımızı, sığırlarımızı bu adama sulatalım.” teklifini yaparlar. Yakup Usta boynunu büker: “Emriniz başım üstüne ağalar. Ama bu işçi can taşıyor. Yarın ölür, işleriniz yarıda kalır. Kısraklarınızı (avratlarınızı) getirin, çekeyim de dölü kalsın.” der.
    Melicek Köyü Eğitmeninin Konuşması
    -“Arkadaşlar, Melicek Köyü Ağası Gökoğlan ile Veli Köyü Muhtarı birlikte tavşan avına giderler. Tavşanın izlerini takip ederek, tavşan izlerinden birinin ova tavşanına, diğerinin dağ tavşanına ait olduğunu saptarlar. Ben onlara sordum: “Tavşanları görmediğiniz halde, izlerinden dağ ve ova tavşanını nasıl ayırt ettiniz?” Onlar da şu cevabı verdiler: “Tavşanları takip ettik. İzlerden birine göre tavşan, dağ burnuna çıkmış, rüzgâra karşı yuva yapmış. Bu tavşan dağ tavşanı olur, soğuğa alışık olduğundan rüzgârdan etkilenmemiş. Öteki tavşanın izi burunda kalmamış, kayaya gitmiş. Demek ki tavşan burunda üşümüş, kayayı siper almış. O halde bu iz ova tavşanına ait.” Bu arada başka bir eğitmen söz alarak: “Padişahlık devrinde Ödemiş yöresinde 15 yıl eşkıyalık yapan Çakırcalı Mehmet Efe hakkındaki kitabı okudum. Burada Mehmet Efe’nin en sıkışık anlarda bile, iz değiştirerek takipçilerden kurtulduğunu öğrendim. Kitapta, bir seferinde çok miktarda silahlı onu takip ederken, adamlarına çarıklarını ters giydirerek takipçilerin elinden kolaylıkla kurtulduğunu yazıyordu.” dedi.

    Karapınar’dan bir Eğitmenin Konuşması
    -“Arkadaşlar, Karapınar’ın köylerinde koyun sürüleri çoktur. Koyun ve kuzuları, yapılarından, tüylerinden tanıyan insanlar da çoktur. Bir gün Hotamış’ta bir ağanın bir kuzusu çalınır. Kuzu yazlık için Mersin’den gelen Yörüklerin sürüsü içine karışır. Kuzu iki yıl boyunca Toros Dağlarında otlar ve koyun olur, kuzu yavrular. Üç sene sonra bu kuzu Yörük sürüsüyle Hotamış’a geldiği zaman, bir çoban bu kuzunun, üç sene önce çalınan kuzunun yavrusu olduğunun farkına varır. Gerçekten araştırma yapılınca, sürüyle gelen kuzunun, üç sene önce çalınan kuzunun yavrusu olduğu saptanır. Yine aynı çoban, bir tavuğun kuluçkaya yattığı zaman, tavuğun kendi yumurtladığı dört yumurtadan çıkan civcivlerin, diğerlerinden başka türlü ses çıkardıklarının farkına vardığını da söyledi. Bu duruma göre arkadaşlarım, hayvanların iyi gözlenmesiyle daha çok fayda elde edileceğini sanıyorum.” dedi.

    Karacadağ Okullarından Bir Eğitmenin Konuşması
    -“Arkadaşlar, dört inekle bir boğayı köyden dağa çıkarmış, otlatıyordum. İnekler yukarda, boğa daha aşağıda otluyordu. Bu sırada üç canavar (kurt) ineklere saldırdı. İnekler bir taraftan böğürürken, diğer taraftan süratle toplanıp, kuyruk kuyruğa verip, bir çember oluşturdular. Boynuzlarıyla canavarlara karşı koyuyorlardı. Canavarlardan birisi ineklerden birini boynundan yakaladı. İneğin boynuzunu kullanmasını önledi. Bu sırada inek sesi üzerine koşarak gelen boğa, boynuzlarını canavarın karnına sapladı. Canavarı havaya kaldırdı. Canavarın karnı yarılmış olduğu halde, dişlerini ineğin boynundan çıkarmıyordu. Boğa boynuzlarını canavarın karnından çıkarıp, ön bacaklarından tekrar kaldırdı. Bu suretle canavar yere düştü. Boğa diğer canavarların üzerine koştu. Onlar da kaçtılar. Yaralı inek tedaviden sonra iyileşti.” dedi.

    Başka Bir Eğitmenin Konuşması
    -“Arkadaşlar, Karapınar’ın Akören Köyü'nde başka bir olaya tanık oldum. Çok akıllı, ama tat (tam konuşamayan) bir kişi kahveye çıktığı zaman, köylü konuşmalarını dinliyor. Konuşanların çoğu, ya olayı abartıyor, ya da yalan söylüyor. Tat adam bu durumun farkına varıyor, ama karşılık verip, doğruyu anlatamadığı için, huzursuz oluyor. Kahveden ayrıldıktan sonra yumruğunu kafasına vurarak, “Ah kafam, ah kafam, beni huzursuz eden sensin. Sen de ötekiler gibi, söylenenleri doğru sansan ve beni huzursuz etmesen, daha iyi olmaz mıydı?” der. Bu olayı enteresan bulduğum için sizinle paylaştım.” dedi.

    Çayhan’dan Bir Eğitmenin Konuşması
    -“Arkadaşlar, ben bir sonbahar günü, Çayhan Kasabası'ndan Ulukışla’nın Kılan Köyü'ndeki bir arkadaşımı görmeye gidiyordum. Ulukışla’nın soğuk suları ile ünlü Karaoluk Yaylası'nda, kuyu yakınındaki bir Yörük çadırına uğradım. Gençler sürülerin başında otlak yerindeydi. Çadırda ihtiyar bir kadınla, ihtiyar bir erkek bulunuyordu. Selam verip, yanlarına oturdum. Hal-hatır sordum. Ev kadını, çadırın bir ucunda bulunan ocağa, kahve tavası içine birkaç tane çiğ kahve koydu, kavurdu, değirmende çekti. Çok enfes bir kahve yaptı, bana ve kocasına içirdi. Sohbetimiz devam ederken, bir süre sonra bir yolcu daha geldi. Evin kadını ona da, aynı biçimde kahve tavasında yeniden birkaç çiğ kahve kavurup, değirmende çekip, ikram etti. Ben söz isteyerek: “Bacı kahve kavrulurken biraz fazla kavursan da, ikinci kahve için tekrar bir kavurma zahmetine girmesen, daha iyi olmaz mıydı?” dedim. “O zaman, kahvede yeterli nefaset olmazdı ve misafire saygısızlık olurdu.” diye cevap verdi.

    Başka Bir Eğitmenin Konuşması
    -“Ben askerliğimi Bartın’da yaptım. Bartın’ın Ulus İlçesi sınırında Çayır adlı bir köy var. Bu köyde okulun bitişiğinde, çok gelişmiş bir bahçe var. Bir yolculuğumuzda, bahçenin sahibi biz askerleri misafir etti. Meyvelerden bol bol yedirdi ve gururla şunu söyledi: “Arkadaşlar, bu meyve ağaçlarını yetiştirmek için çok emek sarf ettim. Bu yer bataklık ve tuzlu idi. Üç yıl müddetle diktiğim bütün ağaçlar yeşeriyor, fakat kısa bir süre sonra kuruyordu. Hiçbir çaresini bulamadım. Sonunda düşündüm. Her fidan için birer metre çapındaki çukurların topraklarını bir arabaya doldurup, başka yere götürdüm. Başka taraftan kumlu toprak getirdim ve çukurlara doldurdum. Yeniden fidanlar getirip, çukurlara diktim. Bundan sonra yeşeren fidanlar hiç kurumadılar. Ben bu meyveleri böyle emeklerle yetiştirdim.” dedi.

    Mehmet Ali Eren'in Konuşması
    -“ Arkadaşlar, ben de önemli bir izlenimimi anlatmadan önce sizlere bir soru soracağım. Köylerinizde kendinize veya babanıza ait bağımsız eviniz var mı?” dedim. Eğitmenlerin hepsi “var” dediler. Kimisi evlerinin çok elverişli, kimisi de dar olduğunu söyledi. “Çok mutlusunuz arkadaşlar” dedim. Mutluluğun ilk şartının insanların huzur içinde barınacakları bir yuvaya sahip olmalarına bağlıdır diye düşünüyorum. 1945 yılında yedek subay olarak üçüncü defa askeri göreve çağrıldım. Eskişehir merkezinde Porsuk Irmağı yakınında bir apartman dairesinde levazım hizmet bölüğü komutanlığı görevine başladım. Ailem için ev aradım, bulamadım. Kenar mahallede, yağmurlarda çatısı akan bir gecekonduyu geçici olarak kiraladım. Bir ay sonra da, terhis olan bir subayın çıktığı evi 50 lira hava parası vererek kiraladım. Ev şehir merkezinde ve üç katlıydı. Her kat döşeme tahtalarıyla ayrılmıştı. Ben orta katın kiracısı idim.
     Alt katta demiryolu vagon fabrikasında çalışan bir işçi oturuyor, her gece içiyor, yardım istiyor, cankurtaran yok mu diye bağırıyordu. Mecburen aşağıya iniyor, sarhoş adamın huyuna, suyuna giderek bıçağı elinden alıp, sakinleştirmeye çalışıyordum. Üst katta, yine demiryolu fabrikasında çalışan başka bir işçi oturuyordu. Bir kızı ve iki oğlu liseye devam ediyordu. İşçinin aldığı ücret ailesini geçindirmeye yetmediğinden, odalardan birisine bir tezgâh kurup, geceleri file dokuyordu. Bazı günler çocukları lise arkadaşlarını çağırıyor, oynuyorlardı.
     Katlar sadece döşeme tahtası ile bölündüğü için, çıkardıkları gürültüyü aynen duyuyorduk. Yorgun-argın eve gelince, bir yandan üst kattaki tezgâh gürültüsü veya çocukların gürültüsü, diğer yandan alt kattaki sarhoş adamın saldırıları ve karısının feryadı, günlük yorgunluğumuzu dindirmek yerine, bir kat daha arttırıyordu. Onun için hükümetlerin görevlerinin başında, her yurttaşın müstakil olarak yaşayabileceği bir eve sahip olmalarını sağlamak olmalıdır. Hele bu ev bahçeli olursa, en mükemmeli olmuş olur.
    İvriz Köy Enstitüsü Kitaplığı Tasnif Sorumluluğunu Üstlendim
    İvriz Köy Enstitüsü Müdürü rahmetli İhsan Baykal’a söz verdiğim üzere, yanımda kitaplık memuru ile birlikte 6 tane kitaplık kolu öğrencisi olmak üzere 8 kişi geceleri evvela kitaplığın tertibini yaptık. Kitapları boy sırasına göre yerleştirdik. Sonra tasnif hakkında yardımcılarımı yetiştirdim. Her bir kitabın, iki adet yazarın soyadına göre, bir adet kitap adına göre, varsa bir adet seri adına göre dört veya üç fişini çıkardık. Fişin birini sistematik katalog için ayırdık. Ötekileri karıştırarak, alfabetik sıraya koyduk. Marangoz Sadık Karmış Bey'in yaptığı fiş sandıklarındaki kutulara bu fişleri yerleştirdik. 7,5 cmx12,5 cm ebadındaki bu fişlerin altında açılan deliklerden tel geçirerek, fişleri kutunun içine yerleştirdik. Ayrıca daktiloda beşer kopyalı kâğıtlarla 50 adet cilt katalogu çıkarttık. Bu katalogdan birer adedini mezunların okullarına gönderdik.
     Köy Enstitüsü kitaplığından mezunların da idareten faydalanmalarını sağladık. Ayrıca yazarın soyadına göre hazırlanan iki adet fişten biriyle sistematik katalog yaptık. Ayrıca okuma salonu okuyucularının hiçbir kayda tabi olmadan alıp, yerine koyacakları el kitaplığı yaptık. Bu kitaplığa 5 adet Türkçe Sözlük, 10 adet Büyük Atlas, 5 adet OsmanlıcaTürkçe Sözlük ile Hayat Ansiklopedisi gibi müracaat kitaplarını koyduk. Bu suretle kitaplık tertip ve tasnif işimiz tamamlanmış oldu.
Enstitünün Meslek Dersleri Öğretmenliği ve Yapı Sanat Başı Yöneticiliğini Kabul Ettim

    Eğitmen kursunun bitimine üç gün kala, Enstitü Müdürü İhsan Baykal odama geldi ve bana: “Ali Bey, enstitünün kadrosunda bir adet meslek dersleri öğretmeni ile yapı sanat başı yöneticiliği açıktır. Buraya eleman alacağız. Konya ilköğretim müfettişlerinden Şahap Okurlar, buraya gelmek istedi. Ama senin çalışmalarını başından beri izliyorum. Bu kadroya sen müracaat edersen, memnun olurum. Beraber çalışırız. Ben seni tercih ederim.” dedi. Ben de cevaben: “Bir şartla bu teklifinizi kabul ederim. O şartım da şudur: Çocuklarda his ve temel alışkanlıkların beş yaşına kadar geliştiği bilimsel bir gerçektir. Beş yaşına kadarki çocuklarda annenin etkisi yüzde 99’un üzerindedir. Annelerin eğitiminde bayan öğretmenlerin daha kolaylıkla başarı sağlayacağını düşünüyorum. Bu nedenle okula öğretmen yetiştirmek için çok daha fazla kız öğrenci alırsanız, teklifinizi memnuniyetle kabul ederim.” dedim. Teklifimden İhsan Bey çok memnun kaldı ve heyecanla: “Ben de seninle aynı fikirdeyim. Emrine araba, doktor ve yardımcı öğretmen vereyim. Onlarla köyleri dolaş. Bulabildiğin kadar kız öğrenciyi okula alacağım.” dedi. Muvafakat ettim.
    Bor ve Ulukışla Köylerine Kız Öğrenci Bulmaya Çıktık
    Okulda, kooperatifin yanında, banyosuz, tuvaletsiz, birbirine bitişik iki oda vardı. Geçici olarak oraya yerleştim. Ailemi ve eşyalarımı Adana’dan enstitüye naklettim. 1948’in Ekim Ayının ilk haftasında bir kamyon hazırlandı. İçine 50 adet kız çocuk elbisesi aldık. Benimle birlikte Doktor Ahmet Oğultürk, müdürün eşi öğretmen Ayşe Baykal, üç akordiyon ve bunları çalan üç öğrenci ile öğrenci toplamak için sabahın erken saatinde Bor yönüne hareket ettik. Ereğli’nin Yeniköy’üne geldiğimiz zaman bir cenaze ile karşılaştık, bu nedenle orada durmadık. Bor’un Narazan Köyü'ne vardık. Öğrenciler akordiyonlarla milli marşlar söylediler. Etrafımızda köylü erkek-kadın ve çocuklar toplandı. Doktor hastaları muayene etti, ilaç verdi. Ayşe Hanım kadınlarla konuştu. Ben erkeklerle konuştum.
    Bu sırada yeğenim Asım’ı sordum. Köyde olmadığını söylediler. Kardeşi Mehmet Ali Boz’u gördüm. Annesi yoktu. Çocuğu kamyona bindirdim. Bir de kız çocuğu aldık. Narazan Köyü'nden sonra Bor’un Kemerhisar Bucak'ına, sonra Bahçeli Köyü'nden Ulukışla’nın Güney Köyü'ne vardık. Oradan da bir kız öğrenci aldık. Son olarak Beyağıl Köyü'ne vardık. Oradan 20 kız çocuğu ile Hasan adında bir erkek çocuğu aldık. 30 öğrenciye yanımızdaki elbiseleri giydirip, neşe içinde enstitüye döndük. Çocukların temizlikleri yapılarak, erkekler erkek yatakhanesine, kızlar da kız yatakhanesine yerleştirildi. Kılan’dan 2, Darboğaz’dan 3 ve Bor’un Bahçeli Köyü'nden 3 kız öğrenci almıştık.
    Ulukışla Oteli
    Ertesi gün derslere başlandı. 15 gün kadar sonra, kız öğrencilerin anneleri, ya da babaları birer ikişer gruplar halinde kızlarını görmeye geldiler. Bu sırada okul yapım halinde olduğu için, okul idaresi gelen öğrenci velilerine yemek veriyor, fakat yatacak yer sağlayamıyordu. Orada kalan Ulukışla’lı velileri, hemşerimiz olmaları nedeniyle ben ve eşim rahmetli Aysel Eren, evimizin elverişli olmamasına rağmen, misafir ediyorduk. Köylüler çocuklarını görmeye giderken, banyo yapıp, elbise değiştirmek yerine, harmandan, ya da ağıldan çıktığı iş elbisesi ile, çamaşır değiştirmeden geliyorlardı.
    Bu nedenle sabahleyin yatakları kaldırırken, bir veya birkaç bitin yorgan üzerinde yürümekte olduğunu görürdük. Durumu komşulardan sır olarak saklayıp, çamaşır yıkardık. Ama veliler hep aynı gün gelmiyorlardı. Ertesi gün başka veli geliyordu. Onları da evde yatırmak durumunda kalıyorduk. Kurumamış örtüleri ütü ile kurutarak, yatak yapıyorduk. Ertesi gün yorganı kaldırırken tekrar bit görüyorduk. O gün de çamaşır yıkamak zorunda kalıyorduk. Hâsılı bizim evde haftada en aşağı 6 gün devamlı çamaşır yıkanıyordu.
     Bu durum bir ay kadar devam etti. Bir gün bizim durumumuza üzülen enstitü müdürü rahmetli İhsan Baykal’la müdür muavini rahmetli Hamit Özmenek 70 cmx100 cm büyük bir kartona çok büyük bir puntoyla ve kalın yazılarla “Ulukışla Oteli” diye yazmışlar ve kartonu kapıya asmışlar. Sabahleyin bekçi ile beni çağırdılar. Kapıyı açıp, dışarı çıkarken karton başıma takıldı. Bir yandan kartonu çıkarırken, diğer taraftan rahmetlilerin beni izleyip, güldüklerini gördüm. Böyle sıkıntılı günler geçirirken, bir gün sabaha doğru tan yeri ağarırken, okul bekçisinin “Mehmet Ali Bey, Mehmet Ali Bey” diye bağırdığını duydum. “Kalk, hemşerilerin geldi.” dedi.
    O sırada okulda daimi elektrik yoktu. Bir motordan sağlanan elektrik gece yarısı kesiliyordu. Kapıyı açtım: Önde aksakallı bir erkek ve arkasında 7 kadın vardı. Hepsi birden ağlıyorlardı. “Hoş geldiniz hemşeriler” dedim. Onlar sızlanmalarını daha da hızlandırıp, hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Neden sonra sakinleşen hemşeriler, dün akşam bir haber aldıklarını, enstitüde okuyan 20 Beyağıl’lı kızın okuldan kaçtıklarını, onunun İvriz Çayı'nda boğulduğu, onunun da kaybolduğu haberini aldıklarını söylediler. Onlara, “Çocuklarınız yatakhanelerinde mışıl mışıl uyuyorlar, hiçbir şeyleri yok.” dediysem de, benim sözüme inanmadılar.
    Mecburen giyindim. Kurallara göre kız yatakhanelerine erkek öğretmenler giremez, yalnızca bayan öğretmenler girerdi. Bu nedenle onları yanıma alarak, bayan kimya öğretmeninin yanına gittim. Öğretmeni uyandırdım. Bu velileri kız yatakhanesinin önüne kadar götürmesini ve çocuklarını uyandırarak, bu velilere gösterdikten sonra, tekrar yatırmasını istedim. Söylediklerim yapıldı. Veliler rahat bir nefes aldılar. Ama zamanla veliler, çocuklarını birer ikişer okuldan kaçırdılar.
    Rahmetli Eşim Aysel’in Fedakârlığı
    Rahmetli eşim Aysel Eren’in millete ve memlekete hizmet için, bu derecede ağır fedakârlıklara katlanması ve karşı koyma, eşine sitemde bulunma gibi hiçbir olumsuz davranışa yer vermeyen büyük çaplı davranışının gerek normal tarihte, gerekse din tarihinde bulunup, bulunmadığını araştırdım. Din tarihinde ermişliğe ulaştığı söylenen Veysel Karani’nin ailesine ve kocasına üstün hizmetinden dolayı ululuğa ulaşan eşinin, Aysel’in katlandığı ölçüde bir fedakârlığa katlanıp, katlanamayacağını da düşünüyorum.
    Yeri gelmişken, birinci eşim Aysel Eren ile ikinci eşim Hacı Fatma Eren (Akçay)’ın çocuk eğitimi ve toplum görevleri yönünden, kimi olumlu davranışlarını tüm annelerin dikkatine sunarım. Aysel Eren’in doğduğu 1915 yılında Ulukışla’da din adamlarının etkisiyle, kız çocukları okullara gönderilmiyor, camilerde imam, ya da hafızlar tarafından, anlamını bilmedikleri Arapça sözcüklerle namaz sureleri ve dualar öğretiliyordu.
    O günlerde Osmanlıca alfabe ile Türkçeyi öğrenmek çok güçtü. Cümle içinde her harfin dört ayrı biçimi kullanılırdı. Örneğin B harfinin müstakil B, ortadan B ve sonradan B olmak üzere 4 yazılış biçimi vardı. Bu nedenle birçok köyde okuma-yazma bilen hiçbir kimse olmadığından, asker mektuplarını Ulukışla’ya getirip, okuturlardı. Büyük Atatürk’ün Latin kökenli Türk Alfabesini getirip, okuma seferberliği açtığı zaman, Aysel de millet mekteplerine giderek okumayazma öğrendi. Küçük yaşta babası öldü. Daha sonra annesi de öldü.
     910 yaşlarında bir çocukken üç erkek ve iki kız kardeşinin sorumluluğunu üzerine aldı. Bir taraftan yufka ekmek yapıp, yemek pişirip ailenin beslenmesini sağlarken, diğer yandan çamaşır yıkama, temizlik gibi ev işleri, tarla işleri ve hayvanların bakımı ile meşgul olarak, aileyi yönetiyordu. Büyüdükçe, kırmızı yanakları ve uzun boyuyla emsalleri arasında en güzeli olarak dikkat çekti. Küçük kardeşlerini beslerken, ünlü Alman Şairi Goethe’nin Verther yapıtındaki Genç kız Scharlot’un kır balosuna giderken, arabaya binmeden önce kardeşlerini beslemesini ve buyruğunu hatırlarım.
    Eşim Aysel’in Çocuklarımızın Yetişmesindeki Örnek Davranışları
    Evlendikten sonra dört çocuğumuz oldu. Bunların beş yaşına kadarki his kökleşmesinde ve genel iyi alışkanlıkların kazanılmasında sürekli müspet etkisi olmuştur. Çocuklarını dövdüğünü, ya da bağırdığını duymadım. Bir seferinde Ulukışla’da, çocuklarının sokak çocukları ile küfürlü konuştuğunu duyunca, elinde bir mendille fırlayıp, onların yanına vardığı ve çocuğunun dilini çıkarttırarak, mendille sildiğini ve küfrettiği için “Dilin kirlendi, mendille temizledim. Bir daha dilini kirletme.” dediğini bugün gibi hatırlarım.
    Çocukların ilk ve ortaokul dönemlerinde okula zamanında gitmelerini, zamanında ders çalışıp, her günkü görevlerini yapmalarını sağlardı. İş bitince, çocuklarının kalem, kitap ve defter gibi eşyalarını çantalarına yerleştirmeden uyumalarına izin vermezdi. Onlara zamanında iş yapma alışkanlığını küçük yaştan itibaren kazandırmış, hiçbir zaman akşamdan yapılacak işi, sabaha bıraktırmamıştır. Bu nedenle dört çocuğumuzun dördü de yüksek tahsilini bitirmiş ve birisi yurt dışında doktora eğitimini tamamlamıştır.
     En büyük oğlumuz Timur Eren, okula gitmeden önceki yaşlarında ağaçtan tepesi üstüne düşerek dört saat baygın kalması neticesinde, kimi eğitim problemleri çıkarmışsa da, Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Müzik Bölümünü bitirmiş ve emekli oluncaya kadar da müzik öğretmenliği görevini başarı ile sürdürmüştür. İkinci oğlumuz Kemal Eren’in Türk Devletince Çek Cumhuriyeti’ndeki en başarılı Türk İşadamı olarak seçilmesinde, İstanbul’da İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi öğrencisi iken, yazları yanında staj gördüğü Ereğli tüccarlarından Orhan Tüfekçi ile bir zamanlar ortak olarak çalıştığı Ulukışlalı Yakup Gökçen’in etkileri yanında, annesinin de büyük etkisi ve katkısı vardır. Üçüncü oğlumuz Prof. Dr. Atilla Eren’in İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde, dört yıl içinde 100 kredilik ders alması gerekirken, 3,5 yılda 120 krediyi almayı başarması, üniversite öğretim üyesi yetiştirilmesi için yabancı memleketlere gönderilecek öğrencileri seçmek için açılan sınavı kazanması, Ankara Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Fizik Eğitimi Anabilim Dalı’nda, Alman Filozofu Kant gibi işlerine daima zamanında başlaması ve sürdürmesinde, annesinin büyük etkisi vardır. Dördüncü evladımız, kızımız Emel Sezen’in Ereğli Lisesi Fen Kolundan birinci olarak mezun olmasında, Ankara’daki Ortadoğu Teknik Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü’nü bitirip, elektronik mühendisi olmasında ve başarılı iş hayatında da annesinin etkisi büyüktür.

    1987 yılı Aralık ayında bir trafik kazasında eşim Aysel Eren’i kaybettikten iki yıl sonra evlendiğim ikinci eşim Hacı Fatma Eren’in dört çocuğum ve yedi torunuma sevgili bir anne olup, olmayacağı hakkında endişelerim vardı.
    Çünkü İvriz Köy Enstitüsü’nde öğretmen Kâfiye Odabaşı’nın vefatı üzerine, öksüz iki çocuğuyla kalan Muharrem Odabaşı evlendiği zaman, yeni gelin çocukların gözleri önünde, “Kâfiye Hanım’a ait ne varsa görmek istemiyorum.” demiş. Yeniden eşya aldırmış, çocukları da kendinden soğutmuştu. Hacı Fatma Ereğlili. Rahmetli bütün Türk üvey annelerine örnek olacak bir davranışta bulundu. Kızım Emel’e hitap ederek, “Anneniz çok çalışmış, mal kazanmış, benim de rahatıma yardımı oluyor. Bu nedenle her namazdan sonra onun ruhuna Fatiha okuyor, dualar ediyorum.” dedi.
     Bu suretle çocuklarımın onu yalnızca üvey anne gibi değil, gerçek anne gibi sevdiklerini gördüm. Bu suretle çok uyumlu ve mutlu bir aile hayatı sürme imkânına kavuştum. Hacı Fatma ile birlikte olduğumuz müddet içinde Milas’ın Kıyıkışlacık Köyü Zeytinlikuyu Mahallesi’nde oturuyorduk. Mahalle halkının büyük bir kısmı alevi inançlı, bir bölümü de Sünni inançlıydılar.
    Tarihte bu iki inanç sahipleri arasında büyük kavgalar ve çatışmalar olmuştu. Şimdi orada, bu iki inanç sahipleri çok dikkatli davranıp, tarihteki zıtlaşmayı alevlendirmemek için çaba sarf ediyorlardı. Bu nedenle Hacı Fatma, komşulardan biri diğeri hakkında incitici söz söylerse, hemen karşı çıkıyor ve “Ben bu sözünüzü duymamış olayım, siz de söylememiş olun. Ben daima komşuların birbirleri hakkında iyi şeyler söylemelerini istiyorum.” derdi. Bu davranışı nedeniyle, mahallenin bütün kadınlarından sevgi ve saygı görüyor, her kadınlar toplantısında aranıyor ve her gittiği yerde bir kraliçe gibi karşılanıyordu. Ruhu şâd olsun.
    Tekrar İvriz Köy Enstitüsü anılarıma dönüyorum, şu izlenimimi de anlatmadan geçemeyeceğim. Köylerde yaşayan erkek çocukların, buluğ çağından sonra evleneceği zamana kadar geçen ilk gençlik yıllarında, cinsel dürtülerini gidermek için hayvanlarla ilişki kurdukları biliniyordu. Böyle bir olayın olmaması için geniş tedbirler alınıyordu. Okul müdürü İhsan Baykal, işini seven bütün personele eşit ölçüde davranan, öğretmenlere, öğrencilere ve diğer personele sevgi dolu gözlerle bakan, insanları olumlu taraflarıyla değerlendiren; yüksek karakterli bir kişiliğe sahipti. Akşam erken yatar ve sabahları çok erken kalkardı. Öğrencilerin kalkma, yıkanma, kahvaltı ve sabah çalışmalarında nöbetçi öğretmenlere yardım ederdi.
    Bir gün öğrencilerin sabah çalışması için dersliklere girdiği sırada, gece bekçisinin, omuzuna aldığı bir heybeyle aşağıdaki meyve bahçelerine doğru gittiğini görmüş. Bekçiyi durdurmuş ve omuzundaki heybeyi indirerek, içini aramış. Öğrencilerin yıkanma yerinde bıraktıkları küçük sabun parçalarının heybe içinde olduğunu görmüş. “Niye bunları habersiz götürüyorsun?” diye çıkışmış. Zanapa Bucak Müdürlüğüne telefon ederek, jandarma karakol komutanını okula getirtmiş. Bekçi hakkında hırsızlık işlemi yapılmış ve savcılığa, oradan da mahkemeye sevk edilmiş. Mahkeme tutuklu olarak yargılanmasına karar vererek, bekçiyi hapishaneye göndermiş. Aradan on gün geçtikten sonra, “Bu kadar küçük sabun parçalarının alınması, bekçinin hapis olmasına değer miydi?” diye düşünmeye başlamış.
     Ereğli’deki okul avukatına telefon ederek, bekçinin hapisten çıkarılması için hukuki yollar bulunmasını istemiş. Aradan bir on gün daha geçmiş. Bekçinin küçük yaştaki üç çocuğunu yanına alan eşi enstitüye geldi ve müdürün evine gitti. Çocuklarla beraber yüksek sesle ağlayarak ve yalvararak, bekçinin hapisten çıkarılmasını istediler.
     Rahmetli müdür ince ruhlu bir insan olduğundan, bu görüntüye çok üzüldü. Anne ve çocuklarını yanına alarak evime geldi. Nemli gözlerle bana, “Ali Bey, senin geniş kültürün var. Bu çocukların babasının hapisten çıkması için bir çare düşün.” dedi. Eşim rahmetli Aysel Eren de bu duruma çok üzüldü. Çocukları ve hanımı misafir etti. Ben Ankara Sıhhiye’de eski kitap satıcılarından ucuz çok miktarda kitap satın almıştım. Bunların içindeki altı ciltte temyiz mahkemeleri kararlarıyla, içtihat kararları vardı. Bunları incelemeye başladım. Altı saatlik bir çalışmadan sonra, temyiz mahkemeleri Sekizinci Ceza Dairesinin, bekçi olayını aydınlatan 1940 tarihli bir kararını buldum. Bu kararında yüksek mahkeme Soma Sulh Ceza Mahkemesinin bir kararını bozuyordu. Bu karar aynen şöyle idi: “Okuldan sabun çaldığı iddia edilen bekçinin, avlu kapısından çıkmadan önce yakalandığına göre, hırsızlık unsurlarının tamamlanıp, tamamlanmadığı hakkında düşünmeden karar verilmesi yersizdir.” Bu karar bizim bekçinin durumuna aynen uyuyordu. İvriz Köy Enstitüsü’nde duvar yoktu, ama sınırları Gaybi, Durlaz, Sarıca ve Lütfühamidiye köyleri sınırlarına kadar uzanıyordu.
    Bekçi pavyonların arasında yakalanmış, pavyonlardan dahi dışarı çıkmamıştı. Bu durumu değerlendirerek bekçi adına bir dilekçe yazdım ve bu dilekçeye Temyiz Mahkemesi Sekizinci Dairesi kararının sayı ve tarihini de ekledim. Bekçinin üç gün sonra mahkemesi vardı. Bekçi bu dilekçeyi vererek, beraat kararıyla hapisten kurtuldu. Şunu söylemek isterim: Öğretmen ve eğitimcilerin iş hayatında bilgi ve görgüleri yükseltildiği gibi, hukuk adamlarının da bilgi ve görgülerinin yükseltilmesine devletçe önem verilmelidir. Günde 30 – 40 dosyaya bakan bir yargıç, hem yorgun düşer, hem de uzun süre okumaya gücü yetmez. Hakim, savcı ve avukatların kendi bürolarında bulundurdukları rehber kitaplar da yetersizdir.


    En iyisi, medeni memleketlerde olduğu gibi, şehir kitaplığı bu görevi üstlenmelidir. Milli Eğitim Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve Kültür Bakanlığı işbirliği yaparak, hukuk bölümünde, temyiz mahkemeleri kararları ve içtihat kararları başta olmak üzere, bütün hukuk adamlarının yetiştirilmesinde etkili kitaplar bulundurulmalı, bilgisayar almalı ve baroların görevlendireceği hukukçular bu kütüphanede sırayla çalıştırılarak, uygulamada çalışan hukukçulara hazır bilgiler sunulmalıdır. Bu yolda şehir kitaplıkları teşkilatlandırılmalıdır. Bu arada, bütün vatandaşlarımın kendi evlerindeki kütüphanelerinde ansiklopediler, Osmanlıca ve Türkçe sözlükler ve fihristi bulunan büyük atlas bulunmalıdır. Bir insan ayaklı kütüphane olmadığına göre, okuduğumuz gazete, görüp dinlediğimiz ve anlamını anlamadığımız sözcükler bize mal olmaz, işimizde ve görüşümüzde kolaylık sağlamaz.
     Bunların anlamını muhakkak surette müracaat kitaplarına bakarak öğrenmemiz gerekir. Hele yabancı dil bilenler için, yabancı ansiklopediler ve bunların içinde Encyclopedia Britannica’nın ev kütüphanesinde bulundurulması çok önemlidir. Kızım Emel Ortadoğu Teknik Üniversitesi Elektrik Bölümünü bitirmiştir. Eşi, damadım Murat Sezen de aynı okulu bitirdiği için, o da İngilizce biliyordu. Evlendikten sonra Türk âdetlerine göre el öpme için bana geldiler. Yine Türk âdetine göre el öpme sırasında mal, mülk ya da bir halı hediye edilirdi.
    Ben bunun yerine İngilizce bildikleri için Encyclopedia Britannica’nın yirmi beş ciltlik İngilizce orijinalini hediye ettim. Damadım Murat, bir gün bana:”Baba, ansiklopedide yeni çıkan elektronik aletlere geniş ölçüde yer verilmiş. Çünkü bu İngiliz ansiklopedisi, iki yüz kişilik bilim kurulunun iki yüz elli senede meydana getirdiği dünyanın en kaliteli bilim ansiklopedisidir.” dedi.
Alt sayfalar (1): VAHAP OKAY ANLATIYOR