DİCLE KÖY ENSTİTÜSÜ
"Ben köy enstitülerini, bozkırda çalınan Vivaldi müziğine benzetirim hep. Bitmez tükenmez baharların, mevsimlerin bozkıra gelişini müjdeleyen Vivaldi müziği..." Osman ŞAHİN"...Yıl 1950...Gidiş o gidiş… Dicle Köy Enstitüsü’nde okuyacağım, Fırat boylarında köy öğretmenliği yapacağım, Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi bölümüne gireceğim, ülkemizi derinden sarsan üniversite olaylarına katılacağım, 27 Mayıs Devrimi’ni göreceğim, sonra Malatya Lisesi’ne atanarak, pek çok valinin, generalin, milletvekilinin, bakanın, gazeteci ve yazarın öğretmeni olacağım, bir yazar, bir öykücü ve senarist olacağım, ona yakın ödül kazanacağım, bir kitap eleştiri yazısı yüzünden 18 ay hapis yatacağım, 27 kitabın, otuza yakın senaryonun altına imza atacağım, pek çok ünlü yazar, sinemacı ve kültür insanıyla yakın dostluklar kuracağım, festivallerde, edebiyat jürilerinde görev alacağım, İsveç’e, Bulgaristan’a, Almanya’ya, Hollanda’ya, Belçika’ya, Kıbrıs’a ve ABD’ye davet edileceğim, sempozyumlarda bildiriler sunacağım, üniversitelerde konferanslar vereceğim, yapıtlarım yedi yabancı dile çevrilecek, yayınlanacak… Bütün bunlar aklımın ucundan bile geçmezdi. Bunlar, 54 yıl önce Toroslar’da, adsız, kayıp bir çocukken, Köy Enstitüsü’nde kendimi bulduğum için, orada yeniden doğduğun için oldu. Aynı okulda okuduğumuz arkadaşım, Resul Aslanköylü de Yargıtay 10. Ceza Dairesi başkanlığına kadar yükseldi ve emekli oldu.Diyeceğim şudur: Köy Enstitüleri’ni kapatanlar bu ülkeye iyilik etmediler. Köy Enstitülerini kapatanlar, bu ülkeye en büyük kötülüğü yapmışlardır..."(yazının devamı aşağıdadır)GÜNEŞ GÖREN OKULLAR: KÖY ENSTİTÜLERİ
O denli bakımsızdırlar ki, koca yılda birkaç santim ya büyür, ya büyümezler. Koskoca gökyüzü boşluğunda birkaç santimlik yer kapabilmek için yaşarlar sanki. Dalları kısa küt'tür ama sağlamdir. Sabır ve diken yüküdürler. Öyle ki, bazen yaprağından çok dikeni olur. Dikenler gövdeden çıkar çıkmaz ağaçlaşır, sivri çelikten birer iğneye dönüşürler. Kışın buzlu karların beteri üstlerinden geçmesine karşın, ne eğilir, ne de fırtınada boranda sallanırlar. Sesleri çıkmaz, öylesine kıpırtısız dururlar ki kimi köylülerin çalışmayan, kıpırtısızca duran birini, "Karaçalı nöbetine durmuş gibi" diye benzetmeleri işte buradan gelir.
Köylüler bahçelerine, suyu gübresi bolca verilmiş, yılda birbuçuk, iki metre sürgün veren gösterişli meyva fidanlarından çok o yaban elmalarını dağlardan söküp getirerek dikerler. Bir yıla kalmaz aşılarlar. Yaban elmaları Hititlerden bu yana o toprakların iklimini, huyunu, suyunu almışlardır çünkü. Kalıtımsal bir dirençleri vardır. Kuraklığı, rüzgarı, kışı bilirler. Suyu, gübresi gecikse bile toprağa küsmezler. Fidanlık ve seralarda yetişen gösterişli fidanlara benzemezler hiç. Baharda dalları çiçek yükünden görünmez olur. Ağacın altı üstü meyva kokar...
İşte Köy Enstitülerine alınan yoksul, sahipsiz köy çocuklarında, anlatmaya çalıştığım bu yaban elmalarının şaşmaz, köklü, sabır ve direnci yatar. Daldan eğme değil, kökten sürme, köşk yada sera çocukları değil, bozkır çocuklarıdırlar...
17 Nisan, işte bu bin yıllık toplumsal "ihmal"in üstüne yüreklice gidişin, sorunu kökünden kavrayışın, büyük bir bozkır uyanışının adıdır. İnsan onurunun ayağa kalkışının, kendine olan güvenin, yurtseverliğin ve bozkırın derinliklerine vurulan binlerce artezyenin adıdır...
Her dersin ayrı bir yeri, ayrı bir dersliği vardı: Müzik derslerimizi "müzikhane"de; sayısız nota sehpaları, piyano, elli kadar mandolin, sekiz keman, bir o kadar akerdeon, gramafon ve taş plaklarla dolu bir sınıfta yapardık. Müzikhane duvarlarını, Türk Beşlileriyle, batının büyük bestekarlarının resimleri süslerdi. Resim derslerini baştan aşağı boya ve renk kokan, ayaklı resim sehpaları, tuvaller, önlüklerle dolu başka bir sınıfta "resimhane"de yapardık.
Sınıflarımız birer kitaplıktı. Herkes istediği kitabı alır okurdu. Okuma salonunda aylık edebiyat dergileri ve günlük gazeteler bulunurdu. Varlık dergisini ilk orada tanıdığımı söylemeliyim. Ay sonları, o ayın en çok kitap okuyan öğrencileri bayrak töreninden önce herkese tanıtılır, armağanlar verilirdi. Kitap yakma, kitap korkusu ve düşmanlığı yoktu. Oturduğumuz tabureleri, duvar panolarını, karatahtaları, okul parkındaki palmiyeden futbol sahasındaki kale direklerine kadar bizler yapardık. Ödev için yaptığımız çerçeveler, resim derslerinde başarılı görülen resimlere yıl sonu sergilerinde çerçevelik ederdi. O tabloları yöremizdeki uygulama okullarına armağan ederdik.
Tarım derslerimizde her sınıfın ayrı bir ağaçlığı, koruluğu vardı. Her öğrenci kendi çukurunu kazar, fidanları diker, okulu bitirinceye kadarda o fidanlardan sorumlu olurdu. (günümüz çevrecilerinin kulakları çınlaşın) Tabiat Bilgisi öğretmenlerimiz bizleri sürekli çevre araştırmasına yöneltirlerdi. Yöremizde ne kadar ağac, bitki, çiçek, ot türü varsa, örnekler alır, defter sayfalarımız arasında kurutur, sonra da altlarına açıklayıcı bilgiler yazardık.
Defterlerimiz küçücük birer botanik bahçesine dönerdi. Yemekhane binası, aynı zamanda toplantı, sinema, tiyatro ve eğlence salonuydu da. Hafta sonları her sınıfın zorunlu olarak hazırladığı piyesleri, halk oyunlarını, koroları izlerdik. Böylece her öğrencinin yeteneği ortaya çıkardı. Ayrıca her sabah, bütün öğrenci ve öğretmenlerimizin katılımıyla top sahasında, davul, zurna, mandolin ve akordeon eşliğinde coşkuyla halk oyunlarımızı oynardık.
'68 lerde Amerika üniversitelerinde başlayarak Avrupa'nın başkentlerine yayılan öğrenci hareketlerinin temel istemi "okul yönetimine katılmak"tı. Bu istek yıllar önce bizim Köy Enstitülerinde vardı. Büyük sınıflardan başlayarak, her hafta bir sınıf derslere girmez, okul yönetimine katılırlar herşeyden sorumlu olurlardı. Hafta sonları yemekhane de yönetime katılan sınıfların özeleştirisi yapılır, herkes düşüncelerini çekinmeden söyler, sorular sorar, böylece öğrencilerin demokrasi ve tartışma yetenekleri geliştirilirdi.
Şimdi kısaca özetlediğim bu bilgilerden sonra, günümüzün üretemeyen, yalnızca tüketen, devletten durmadan ödenek isteyen, bir eli velilerin cebinden hiç çıkmayan, Mehmet Başaran ağabeyimin çok yerinde bir benzetmesiyle "dört-duvar-kara-tahta" okulların haline bir bakalım:
Sofralarında yedikleri meyveyi ancak manavlarda görebilen, ama ağacını görse tanımayan; spor dersinde kum havuzunun kumunu eline küreği alıp da karıştıramayan, üretim aracı olan küreği küçük düşürücü bir nesne sanan, kibirli, asalak okul gençliğini düşünün... Kitaptan, doğadan, topraktan kopmuş, kendi öz yurduna yabancı, duyarsız, toplumuyla özümsemesi durmuş, bireyci değil bencil, "bananeci", "köşe dönücü" bir toplum... Öğretmenlik mesleği, okul kapısından içeri girince başlar, okul kapısının dışında sona ererse, hepsi de birer maaş memuru olursa, onun yetiştireceği öğrenci de böyle olur. Otu çek de köküne bak...
Yaban elmalarına benzettiğim özverili, sabırlı, çalışkan yoksul köy çocuklarının yanısıra şimdi bu rahat ortamların, milli gelirden en yüksek payı alanların, bunu da ülkemizdeki korkunç fırsat eşitsizliğine borçlu olan burjuva çocuklarının okuduğu özel okullara bakalım: Kışın Anadolu köylüsünün bir yol sorunu olduğunu bilmiyorlar.
Gazete okumuyorlar. Ara sıra televizyonda Anadolu köylülerinin sorunlarını işleyen Türk filmlerini izlemiyorlar. İzleyenler de, bunları, "uyduruk masallar" olarak görüyorlar. Ama aynı çocuklar, batının ucuz, seks ve gangster kültürü dediğimiz yoz kültürüne alabildiğine açıklar. Adı sanı bilinmeyen en küçük pop müzik topluluklarının adlarını, şarkılarını, topluluk bireylerinin sevgililerini, hangi kaset ya da plağın o hafta liste başı olduğunu biliyorlar. Kendi bestecilerimiz "Türk Beşlileri"ni bilmiyorlar. Anadoludan sözeden, halk oyunları oynayan çocuklara ise "kıro" gözüyle bakıyorlar. Sırtlarına giydikleri pahalı markalarla, sırtlarının ucuz birer reklam panosu olarak kullanıldıklarının bile ayırdında değiller...!
Herşey açık seçik değil mi? Şimdiden bir ayakları batıda, İngiltere ve ABD'de, bir ayakları ise Ankara-İstanbul'da olan bu çocukların bir çoğunun yarın "çift pasaportlu" birer Bülent Şemiler örneği "prens" olacakları kesindir.(*)
Köy Enstitüleri kapatıldıktan sonra, köy çocuklarına İmam Hatip okullarıyla kuran kursları ardına kadar açılmıştır. Orta öğrenimde okuyan her 10 öğrenciden birinin İmam Hatipli olduğu, yalnızca İstanbul'da ortaokul sayısından çok kuran kursu açıldığını yineleyelim.
Oyun bu denli açıktır. İlerde ülkenin üst düzeyine geleceklerin ipleri ABD'ye dönük olacak, yönetecekleri kitlelerin bakış açıları ve alt kültür yapıları ise Suudi ve humeyni kültürüne dönük olacaktir. Yani bir yanda ağa babaları Vaşington, bir yanda Mekke-Medine-Tahran...
İşte Köy Enstitülerini kapatanlar hala bu başarılarının faizini yiyor, onunla devlet yönetiyor, geçiniyorlar. Daha da yiyeceklerinden başka...!
Köy Enstitüleri, İkinci Dünya Savaşının getirdiği ağır koşullara karsın, her türlü kültürel baskıdan, gerilikten kurtulabilmemiz için, başvurulacak asıl yolun, yabancılara avuç açmaktan değil, kendi halkımızın öz kaynaklarına, gücüne güvenmekten geçişinin adıdir;
Halkımızda öteden beri varolan yaratıcılığın, çalışkanlığın, imece ve dayanışmaya olan yatkınlığının kanıtıdır;
Eğitim ve öğretim girişimini köy düzeyine indirerek, yoksul köy çocuklarına tanınan ilk fırsat eşitliğinin, yerel koylu önderlerinin yetiştirilmesinin; köy, orman, su, toprak, tarim, tarih gibi çevre araştırmasının, zengin folklor değerlerimize el atılışının adıdir;
Öğretmeni ve öğrenciyi, "dörtduvar karatahta gevezeliği"nden çıkararak, gerçek yaşama geçiren, çevreyi okul ve sınıf yapan, meyveyi, çiçeği ağacında tanıyan, elişi kağıtlarıyla cansız, kokusuz çiçek yapan değil, çiçeği bahçede yetiştiren, yoksul köy çocuklarına kişilik verme, ülke gerçekleri karşısında uyanma, soru sorma, yüreklice sesini çıkarabilme savaşının adıdır Köy Enstitüleri...
Osman Şahin
Dicle Köy Enstitüsü mezunu
(*) Köy enstitülerinin kuruluşunun 50. yılı olan 17 nisan 1990 günü; Şükran Kurdakul / Ayla Akbal ve Osman Şahin'in de katıldıkları panelde, yazarın, Bursa Tayyare sinemasında yaptığı konuşmadan.
NEW YORK KÖY ENSTİTÜSÜ
New York Öykü Festivali1 ve 2 MAYIS 2004'de, 'Moon & Stars Project' ve 'Öykülü Geceler' ortak organizasyonunda düzenlenen Öykü Festivali'nin ilk gününde Köy Enstitütüsü mezunlari yazar Talip Apaydin ve Osman Sahin, egitimci Pakize Türkoglu ve gazeteci Varlik Özmenek konuk oldular. Can Dündar'in ''Köy Enstitüleri'' belgeselinin gösteriminin ardindan konuşmacilar Enstitülerin kendileri ve Türk egitimi için önemini vurgulayan kisa birer konusma yaptilar.Osman Şahin konuşmasının tam metni:Efendim, ben bir benzetme ile konusmama girmek istiyorum. Kutsal kitaplarda adi geçen Nuh Peygamber aslinda bir Sümer krali, Utnapistim. Her yil Dicle ve Firat Nehri tasinca kral sarayin gemiye benzer bir aracina karisini, çolugunu çocugunu, sevdigi hayvanlari topluyor, onlari kurtariyor. Bu, Önasya Kültürü'nde Tufan Efsanesi olarak geçiyor. Buradan Köy Enstitüleri'ne geçmek istiyorum.
Yediyüz yildan beri devletin gemiye almadigi ögrenciler Köy Enstitüleri ile alinmislardir. Yine de bir farkla: Köy Enstitüleri, kendilerini kurtaracak gemiyi kendileri yapmislardir. Ben de o talihli ögrencilerden birisiydim. Kendimi acindirmak için bunu söylemiyorum, hatta bu benim sansimdi. Ben Toroslar'da bir Yörük çocugu olarak dogdum. Iyi bir oglak çobaniydim. Oniki yasinda beni önce Adana Düzce Köy Ensitüsü'ne aldilar. Gittigimde yalinayaktim. Beni bir depoya soktular. Ayagina göre ayakkabi seç dediler. Ne demek ayagina göre? Ayagimin numarasi varmis meger (gülüsmeler). Evet, onu orada ögrendim. Hamama soktular ve sabunu ilk defa kullandigim için sabunun insan gözünü yaktigini orada ögrendim.
Köy Enstitüleri bir degisimin adidir. Degerli dostlarim, degisim sözcügünü biraz açmak istiyorum. Degisim insanoglunun en büyük macerasidir. En eski yazili metin Gilgamis Destani'nda bile degisim anlatilir. Sümer Krali Gilgamis ormanda yasayan insan olamamis Enkidu'yla arkadas olur. Onu getirir, egitir ve bir kent insani yapar.
Su anda bulundugum Amerika Birlesik Devletleri'nde Kuzey - Güney Savasi niye olmustur? Degisim için. Çünkü Kuzey kapitalist bir üretime geçmisti, makinalari kullaniyordu. Güney ise köleligi savunuyordu, toprak agalarinin elindeydi ve A.B.D.'nin gelismesine engeldi. Onun için de savasi Kuzey kazandi.
Türk romaninda da bu vardir. Yasar Kemal'in ''Binbogalar Efsanesi''nde bir Yörük asiretinin nasil tükendigi anlatiliyor. Kizilderililerle beyazlarin savasini Amerikan filmlerinde görürüz hep. Orada kizilderililerin ne kadar verdikleri sözde duran, dogru, dürüst [insanlar] olduklarini görürüz ama yenilirler. Neden? Çünkü degismemislerdir. Beyazlar makina kullanirlardi, üretim araçlari yeniydi. ''Binbogalar Efsanesi''nde Yörükler onun için yenilmislerdir. Çünkü karsilarindaki toprak agalari traktör kullaniyorlardi.
Köy Enstitüleri bu yediyüz yillik Anadolu topragina, orada yasayan köylülerin beynine, düsüncesine bir artezyen kuyusu açti. Onlara yeni düsünceyi, yeni üretim araçlarini ögretti. Topragin altinda üstünde ne vardi, bilmemiz gerekiyordu. Ta Hititlerden kalma o üretim araçlari ile, karasabanla artik çagimiza ayak uyduramazsiniz.
Efendim, bugün yasayan dünya romanciliginin devlerinden Yasar Kemal Köy Enstitüleri için söyle söylüyor: ''Hoca geliyor, söylüyor. Çocuklar ezberliyor. Bu çocuklari kölelestirme egitimidir.'' Klasik egitimciligi elestiriyor. “Köle olan köle yapmaya çalisir. Insanlar evlerde böyle yetistirildikçe baris olmaz. Biz Köy Enstitüleri ile egitime, yasayarak ve yaratarak bir egitimi katmistik. Böyle bir egitime dogru gidilseydi dünyada savas olmazdi. Böyle yetisen insan atom bombasini atamazdi. Çünkü o dogayla, gökyüzü ile yetisen gerçek bir insan olurdu. 20. yüzyilda Türklerin yarattigi ve insanliga armagan ettigi en büyük istir Köy Enstitüleri. Ben Türkiye'nin üç sey ile övünmesini isterim: Atatürk'ün getirdigi kendine dönüs ve bagimsizlik politikasi. Hakki Tonguç'un getirdigi demokratik egitim ve Nazim Hikmet'in getirdigi insanci ulusal siir. Az katki degildir bunlar.SORU: Çok partili rejime geçildigi sirada Köy Enstitüleri'ni koruma konusunda köylü kesim neden sizden yana tavir takinmadi ve sizi destekleyen politik harekete oy vermedi?
Efendim, elimde bir belge var, Van milletvekili Kinyas Kartal'in. Çarlik Rusyasi döneminde Rusya Halk Okulu'nda okumus, sonra Bolsevik döneminde Van'a kaçmis gelmis ve her dönem milletvekili olmus. Bakin ne diyor: ''Köy Enstitüleri kesinlikle komünist bir uygulama degildir. Dogu'da en yüksek ögrenimli benim. Köy Enstitüleri bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldirmaya yönelikti. Içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde..'', buraya dikkat etmenizi istiyorum efendim, ''..ikiyüzellisekiz köyüm var. Bunlar devletten çok bana baglidirlar. Köylere Köy Enstitülü ögretmenler gidince benim gücümden baska güç oldugunu ögrendiler. Demokrat Parti ile pazarliga giristik ve kapattik." Bu herseyi anlatiyor efendim.
Fotograflar Sarkis Bahar
1.Mayis, 2004New York'ta Köy Enstitüleri‘BİZ onları Züğürt Ağa, Kibar Feyzo, Ayna, Avcı gibi Türk sinemasının unutulmaz filmlerinin öykücüsü; Maral, Susuzluk, Sarı Traktör, Kırmızı Yel, Dönemeç, Gece Vardiyası gibi Türk edebiyatının önemli eserlerinin yazarı olarak tanıdık.
Oysa onlar, Türkiye'nin unutulan en önemli aydınlanma projelerinden biri olanKöy Enstitüleri'nin 10 yıl kadar kısa bir sürede yetiştirdiği isimlerdi.'
Bunları, Köy Enstitüleri'nin 64. kuruluş yıldönümünün kutlandığı New York'ta faaliyet gösteren Öykülü Geceler ekibinden Elif Özmenek söylüyor. The Moon and Stars Project tarafından ortaklaşa organize edilen ‘Mayfest 2004'kapsamında yapılan festivalin bu yılki teması ‘Türkiye'nin Unutulan Tarihi: Köy Enstitüleri ve Enstitülü Öykücüler' idi.
İki gün süren festivalin konukları yazarlar Talip Apaydın, Osman Şahin, eğitimciPakize Türkoğlu ve gazeteci Varlık Özmenek'ti. Can Dündar'ın ‘Köy Enstitüleri'belgeseli ve ‘Yarım Kalmış Mucize' adlı Köy Enstitüleri'nin tarihsel sürecini anlatan fotograf sergisi de programın bir parçası oldu.
Köy Enstitüleri'ni biz unuttuk, New York'taki Türkler unutmadı.17 NİSAN 2007 MERSİN ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
KÖY ENSTITÜLERİ’NİN KURULUŞUNUN 67.YILI KONUSMA METNIEĞİTİM, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur.İnsanı eğitme, insanı değiştirebilme sanatının adıdır. İnsanlık tarihinin en eski yazılı metni olan, 4 bin yıllık GILGAMIŞ DESTANI’nda Uruk Kralı GILGAMIŞ’ın ormanlarda yaşayan vahşi ENGUDU’yu eğiterek nasıl ehlileştirdiği, kentleştirdiği anlatılır. SÖYLENCE’LERE göre GILGAMIŞ, vahşi Engudu’yu bir kadınla eğitmeyi başarmıştır. Bu yüzden kadınlar,İnsanlık tarihinin ilk doğal öğretmenleridirler.EĞİTİM okadar önemlidir ki, kötü amaçlarla kullanıldığında kişileri ve toplumları bin yıl yerinde saydırabilir. ŞERİAT VE DİN EĞİTİMİ veren İSLAM ÜLKELERİ bunun canlı örneğidirler. EĞİTİM iyi amaçlarla kullanıldığında toplumlara yirmibeş-otuz yılda çağ atlatabilir.Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün akılcı, aydınlanmacı, laik eğitimi ve bunun en canlı örneği KÖY ENSTİTÜLERİ’ni örnek gösterebiliriz buna. İnsanlığın ilk eğitim kurumu ‘AİLE’dir .Aile eğitimi yaşadığı doğal ortam nedeniyle ‘İŞ VE EĞİTİM İÇİN’ yapılırdı. Bu durum bugün bile bir çok Anadolu köyünde hala sürmektedir. Aile dışında ise çıraklık eğitimi olmuştur. Bir meslek sahibi olabilmek için Anadolu’da yüzlerce yıl önce kurulan ‘OCAKLAR,EŞİKLER’ vardı Askerlik dışında ki eğitimler dine yönelik eğitimlerdi. Kiliseler,Medreseler mahalle mektepler gibi… çok sonra gelişen teknolojiyi kullanabilmek için eğitime dayalı okullar açılmaya başlanmıştır.Dünyanın her yanında tiyatrolara, sinemalara, kiliselere. camilere, stadyumlara giren çıkan milyonlarca insanın içinde kim bilir ne çok esrarkeş,hırsız,ahlaksız insan vardır. Ama insanlığın en suçsuz en günahsız, tertemiz meleksel yapıdaki çocukların toplandığı tek yer neresidir bilirmisiniz? OKUL’dur.Okulların üstün niteliğinin hiçbir tapınakta stadyumda bir benzeri yoktur.Okul, çocukluk çağındaki insanları bağrında toplayan tek kurumdur.Bu çağ insan yaşamının en önemli “ARI” dönemidir.Çocuğa ilk bilinçli vatandaşlık eğitimi ilk toplumsallık duygusu ve kültür aktarımı OKUL’larda yapılır.Bu nedenle okullara insanlığın ilk süt yeri, kutsal yeri diyebiliriz. Bizleri okutan, yetiştiren ‘Öğretmen’ler de bütün bilgilerin,yeryüzündeki bütün iyiliklerin temsilcisidirler. Her yerde ilk okul öğrencilerinin en sevdikleri,en güvendikleri kişiler öğretmenler olmuşlardır.İşte öğretmenlik bu nedenle ‘Kutsal’dır.OSMANLI İMPARATORLUĞU zamanında üç ayrı eğitim düzeni vardı. Medreseler, sıbyan okulları, azınlıkların kurdukları okullarla,tıp ve deniz okulları..Buda üç ayrı insan tipi yetiştirmek demekti. MEDRESELER’in görevi, öğrenci olarak bağrına aldığı tertemiz Türk çocuklarını araplaştırmaktı. Sıbyan okulları, günümüzdeki kuran kurslarının karşılığıdırlar. Buralara alınan öğrenciler kuranı ezberlemekten başka bir iş yapmazlar her yıl biraz daha Araplaşırlar giderek birer arap milliyetçisi olurlardı. Osmanlı’nın son döneminde Tanzimat döneminde bütün Osmanlı’daki okuma yazma oranı yüzde ‘2’ idi.O dönemin araplaşmış Türk aydınlarından, Şair Baki’ye göre “Türk kalın kafalı idi. Şair Nafi’ye göre ise “Cenabı Allah Türk hak çeşmesi irfanı haram etmişti.” Yine bir Osmanlı bilgini olan Ali Efendi’ye göre ise, “Türk halkı yiğitlik, cüret ve şekil güzelliği ile ünlüdür. Ancak acımasızlık, taş yüreklilik ve hak tanımamazlıkla ünlüdür. At eti yemekten ciğerleri karamıştır, felsefe ve matematikten anlamazlar, sanatta yetersizdirler.Türk kadınlarında incelik ve ahlak güzelliği olmaz” diyor. Osmanlı Saray tarihçisi Koçi Bey ise Türkleri hep aşağılardı. Osmanlı’da anneler, çocuğunu ‘kaba Türk, geri Türk’ diye azarlardı. Oysa bu çocukların anası Türk’tü babası Türk’tü. Ama çocuklarına ‘Türk’diye hakaret ediyorlardı. Bu nasıl bir eğitim anlayışıydı ki, insanı aslına düşman ediyordu? Yine Osmanlının resmi tarihçilerinden biri olan Naima, Türklerden söz ederken, ‘idraksiz Türk’deyimini kullanırdı.Bir ülkenin ulusal duygusu bundan daha kötü nasıl bozulabilirdi ki?Ancak eğitimle,medreselerle, sıbyan okullarında verilen gerici, dini, Araplaştırma eğitimleriyle…Düşünün ki Osmanlı da sıradan bir Ermeni Ermeni olduğunu,Cingene Cingene olduğunu, Rum Rumluğunu gurur duyarak söyleyebiliyordu, ama Türkler Türk olduklarından utanır hale hale getirilmişlerdi. “Türk” olduğu halde “Türküm” diyemeyen bir halka ‘halk’denilebilir mi?İşte Osmanlı’da eğitim böyleydi ve bütün sıbyan okullarında medreselerde bir ‘arapçılık’modası sürüp gidiyordu. Bunun sonucu olarak Osmanlıda ilk gericilik ayaklanması ki zamanın şeyhülislamının da desteklediği Patrona Halil ayaklanması (1730) patlak verir. Bunu Kabakçı Mustafa ayaklanması izler. Her gerici ayaklanma Osmanlı’ya otuz beş kırk yıl kaybettirir. Daha sonra 31 Mart olayı bunu izler. Dincilerin, dini kullananların - aynen günümüzde olduğu gibi - o zamanda Osmanlının hep altını oymuştur. Medrese öğrencilerinin askere alınması için çıkarılmıştır 31 Mart olayı.Osmanlı’da devlet yönetimindeki çürüme o denli ileri gitmiştir ki, Şeyhülislamlık makamıni, Rumeli Kazaskeri Muid Ahmet Efendi, yüz bin akçe para karşılığı satın almıştır. Şeyhülislamlık makamı, bütün din adamlarının başı sayılırdı. Kadıları atama yetkisi vardı. Osmanlı devlet protokolünde ki yeri, Sadrazamdan sonra gelirdi. Bu denli önemli bir devlet makamı para ile satılabiliniyordu. Çürümenin boyutları bu derece ileri gitmişti.Bütün bunları gören, özümseyen, Osmanlı’nın ancak eğitimle düzelebileceğini inanmış olan III. Selim idi. III.Selim daha şehzade iken, ileri düzeyde Fransızca öğrenmişti. O dönemin Fransa kralıyla mektuplaşıyordu. III.Selim Padişah olunca, Fransa’ya gönderdiği Osmanlı elçisine şöyle buyruklar veriyordu: “sakın ola oralarda boş durma; okullarını, mahkemelerini gez, gör, sor her şeyi nasıl yapıyorlar? Devleti, orduyu nasıl yönetiyorlar? Hepsini bir bir öğren, yaz, rapor et ve gönder saraya” diyordu. Bunun sonucunda yenilikçi III.Selim, yeniçeri ayaklanması ile öldürülmüştür. Osmanlı gericilerinin ilk kurbanlarından padişah “Selim”dir. Sonra yerine, yine gericilerin ‘Gavur Padişah’ diye andıkları II. Mahmut geçmiştir. II. Mahmut, III.Selim’in başına gelenleri bildiğinden biraz kurnazca davranmasını bilmiştir. Örneğin, Fransa’da ki okullardan örnek alınarak yaptırılan karatahtaları sınıfları, oldum olası diz çekerek rahlelerde 1400 yıl öncesinin arapçasıyla kuran-i kerim öğrenmekten başka bir iş yapmayan medrese öğrencileri isyan etmişlerdir. “Karatahta kafirdir” demişlerdir. II. Mahmut, Istanbul’daki bütün sınıf karatahtalarını toplatmış, medrese öğrencilerinin gözleri önünde vapura yükletmiş, hacca göndermiştir. Iki ay sonra, karatahtaların “müslümanlığı, haccı” kabul edilerek ancak o zaman sınıflara sokulabilmiştir. Bunu dünya çapındaki büyük mizah yazarımız Aziz Nesin yazmış olsa kimse inanmazdı ama gericilik tohumu insan aklına bir kez girmeye görsün, işte böyle gülünç sonuçlar doğuracaktır.Osmanlı da ilk 1845 yılında bir üniversite açılmasına karar verilir. Fakat yine gericilerin engellemeleri yüzünden bu üniversite ancak 1870 yilinda, Galatasaray Sultanisi’ne bagli, uc sube olarak acilir. Hukuk subesi, edebiyat subesi ve yollar & gecitler (muhendislik) subesi. Yine Osmanli da ilk Rustiye okullari acilir. Iki yil sonra da bu okullara ogretmen yetistirmek uzere Ogretmen Okulu – Darulmuallimini Rustiye acilir.Yunanistan Başbakanı Venezilos’un, 1919 yılında Paris konferansında verdiği bilgilere göre Anadolu’da, 2,228 Rum okulu ve bu okullarda okuyan 188,557 öğrenci vardı. Ülkemizde ise 479 medrese vardı. Bu medreselerde çoğunluğu askere gitmemek için okuyan 18 bin öğrenci okumaktaydı.Ve şeriata dayalı bir eğitim görmekteydiler.Rum okullarının yanı sıra pek çok azınlık okulları vardı.Azınlıklar istedikleri yerde okul açabiliyorlar, istedikleri eğitimi verebiliyorlardı. Azınlıkların yanıbaşında yabancı devletlerin açtığı okullar vardı. 37 kentte, 72 Fransız okulu, 19 ilde 27 Amerikan okulu,yalnızca İstanbulda 83 Ingiliz okulu, 44 Rus okulu, 24 Italyan okulu bulunuyordu.Kurtuluş savaşında, cephelerde çarpışan, görev yapan eğitimli subaylarımız, Anadolu koylusunun hazin gerçeği ile ilk kez yüzleşmişlerdir. O günlerin Eğitim bakanı Hamdullah Suphi, Mecliste yaptığı bir konuşmada: “...Efendiler! Anadolu bize yabancıdır. Anadolu bizim için bilinmeyen ülkedir…’’ diyerek bu acı gerçeği dile getirmiştir. Tokat millet vekili Mustafa bey ise daha gerçekci konuşmuştur: “...Neden okulların tümünu istanbul’da, Bursa’da yaptılar da, bizleri eğitimsiz bıraktılar?...”23 Nisan 1920’de İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulur.Yedi bakandan oluşturulan ilk hükümet göreve başlar. Ne ki bakanların birer kuru sandalye ile masadan başka bir şeyleri yoktur. Bir telgraf çektirmek istesen, okuma yazma bilen kimse yoktur. Okuma yazma bilenlerin içinde Türkçe bilen kimse yoktur. O günlerde İstanbul’dan Ankara’ya trenler gelip gitmektedir. Bakanlar birbirlerini atlatarak, gizlice istasyona giderler ve İstanbul treninden okuma yazma bilen, çalıştırilacak, memur kılıklı insanlar ararlar. Okumasızlık,yazmasızlık bu düzeydedir.
Yine o günlerde Türkiye Büyük Millet Meclis’nde sayıları 100’ü bulan milletvekillerinin, “Sıtma ve Frengi ile Savaş Yasası” mecliste görüşülürken, söz konusu hastalıkların mikroplar yüzünden değil, “Allah’ın takdiri” olduğunu savunmuşlardır. Ulema ve molla kılıklı bu insanlar özünde yurt sever insanlardı. Bu denli ete kemiğe bürünmüş bir ümmet-şeriat anlayışından uluslaşma sürecine nasıl geçilecekti? Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bu duruma bir an önce bir çare bulmaları gerekiyordu.Kurtuluş savaşı akıl almaz özverilerle, akılla ve yürekle kazanıldı. Cumhuriyet ilan edildi. “Ulusal Eğitim Andı” kabul edildi. Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati idi. Bir yıl sonra 3 Mart 1924 yilinda Ulusal Eğitim Birliği Yasası -Tevhidi Tedrisat- çıkarıldı.Halifelik kaldırıldı. Dinsel eğitimin kaynağı da böylece ortadan kaldırılmış oldu. Ulusal Eğitim Yasası ile ülkemizde İslam Hukuku ve Şeriat Yasaları’na göre kurulmuş olan bütün okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na devredildi. 1926 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü kuruldu. Sonradan ‘Öğretmenler Marşı’ diye anılacak ve çokça söylenecek olan “ALNIMIZDA BİLGİLERDEN BİR ÇELENK - Nura doğru can atan Türk oğluyuz’’ dizeleriyle baslayan Marş, ilkin Gazi Eğitim Enstitüsü marşı olarak bestelendi ve kabul edildi.1 Kasım 1928 yılında Latin alfabesi kabul edildi. Ulus okulları açıldı. Dersliklerde okuma yazma seferberliği başlatıldı. Şubat 1932 yılında Kemalist kültürün Anadolu’da ve Anadolu köylerinde yayılması için ‘Halkevleri’ açıldı.1935 yılında yapılan bir araştırmaya göre köylerde yaşayan okul çağındaki çocukların v’sı, kentlerde yaşayan çocukların 4’ü ilköğrenimden yoksundu. Okuma yazma bilenler de niçin okuduklarını bilmeyen amaçsız insanlardı. Ne denli uğraşılırsa uğraşılsın, dönemin Cumhuriyet hükümetlerinin, Kemalist devrimin köylere ulaşmadığını, köy toplumuyla gereken diyalogu kuramadığı anlaşılmaktaydı. Cunku o gune degin yapilanlarin tumu ustyapi degisiklikleriydi. Buna acilen bir care bulunmasi gerekiyordu. Koylerde gorev yapacak ogretmenler bulunamiyor, bulunanlar da koylu yasaminin icine giremiyordu. Olaya iceriden degil, disaridan bakiyorlardi. Ve koylerde fazla kalmadan hemen kente donmenin yollarini arayacaklardi.Köy öğretmenlerinin kesinlikle tarımı bilmeleri gerekiyordu. Köylünün yaşamını iyi bilen, köylünün temel üretim kaynağı olan tarımı, bahçeciliği bilmesi çiftçilerin sorularına doğru yanıt vermesi gerekiyordu. Okul ile yaşam arasındaki bu “Çin Seddi” ancak o zaman ortadan kalkabilirdi. Ders konularını çevreden alacaklar, üretime ağırlık vereceklerdi. Kız-Erkek karma öğrenim göreceklerdi. Bunlari bilmeyen bir koy ogretmeni, gittigi koylerde, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ‘Yaban’ romanındaki ‘yaban’dan farksız olacaktı.Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önerisiyle, orduda okuma yazma bilen, çavuşluk rütbesine yükselmiş kişilere 6’şar aylık eğitmen kursu verilmesi kararlaştırıldı. İlk kurs, Eskişehir’de sonradan ‘Çifteler Köy Enstitüsü’ olacak olan yerde açıldı. Ve bu kurslardan mezun olan eğitmenler kendi köylerinde çok yararlı oldular. Hasan Ali Yücel, Milli Eğitim Bakanı, İsmail Hakkı Tonguç ise İlköğretim Genel Müdürü olmuşlardı.Ataturk’un olumunden sonra, bu egitmen kurslarinin yararli oluslari gozonunde tutularak, bunlar Koy Enstituleri’ne cevrildi. 1940 yılında, 17 Nisan’da Hükümet tarafından 3803 sayılı Köy Enstitüleri yasası kabul edildi.Köy Enstitüleri o günden bugüne ülkemizde en çok tartışılan eğitim kurumları olmuştur. Dünyanın en özgün Türk buluşu olan bu okullar hakkında, 200’den fazla kitap yazılmıştır, onbinlerce yazı, makale, araştırma yazısı yayınlanmıştır.Neden? Cunku, Köy Enstitüleri, Kuvayi Milliye ruhunun, Kurtuluş Savaşı’nın içerideki devamıydı. Köy Enstitüleri, Kemalist devrimin ulkemizde derinlestirilmesinin adiydi. Bin yillik Anadolu karanliginin yokedilmesiydi. Insan aklinin 1400 yillik dogmalardan, dinsel zincirlerden kurtarilmasinin adiydi.1930’lu yılların ilkeliliği, tutarlılığı, kararlılığı, devingenliği, çalışkanlığı, özverisi, umudu, coşkusu, saygınlığı ve onuru unutulmaktadır. Atatürk’ün yoktan var ettiği yapının anlamını kavrayamayanlar, O’nu unutmak ve unutturmak yarışında birleşmişlerdir. Böyle bir ortamda Atatürk’le ilgili yeni bir yapıt, özlemleri karşılamaya yönelik bir umut ışığı olarak karşılanmalıdır.Çoğunluk diktasının “takiyyeler” ve “entel” denilen kemirgenlerin desteğiyle tırmandığı, köktendinci dayanışmasıyla tarikatçı kadrolaşmanın giderek arttığı günümüzde karamsarlık ve umutsuzluk gerçek Atatürkçü anlayış ve tutumla giderilebilir.Türk milli eğitimi çökertilmiştir. Okullardaki çeteleşme, cinayetler, uyuşturucu akıl almaz bir biçimde artmıştır.Yalnızca İstanbul’da, yüzbinden fazla tinerci çocuk vardır. Resim, müzik, beden eğitimi dersleri zorunlu dersler olmaktan çıkarılmıştır. 1milyon 750binden fazla lise mezunu gençlerden ancak 350 bini üniversite ve yüksek okullara alınabilmektedir.Geri kalanı genç yaşında bunalıma itilmektedir. Iki yıl önce 31 bin lise mezunu üniversite sınavlarında sıfır puan çekmişlerdir.Geçen yıl ise bu sayı artmış 46 bine çıkmıştır…TOROSLARDAKİ KAYIP ÇOCUK
Yıl 1950. Aslanköy ilkokulunu bitirdim. D.P. iktidarda. Minareden her gün Türkçe dinlediğimiz, “Tanrı uludur, Tanrı uludur, Tanrıdan başka yoktu tapacak” diye okunan ezanlar Arapçaya çevrilmişti. Köy çocuklarının nefes borusu sayılan Köy Enstitüleri’ne, yoksul çocuklar artık sınavla alınır olmuştu.Aslanköy ilkokulunu bitiren 63 arkadaşımdan en az yarısı, “enstitü” sınavlarına katılabilmek için, Mersin’in yolunu tutmuşlardı. Kimi yaya, kimi at, eşek sırtında. O zamanlar köy yolları açılmış değildi. Motorlu araçlar gidip gelemezdi köylere.Ben o sırada, Küppeş Dağı’nda oğlak çobanlığı yapıyordum. Küppeş Dağı, köyün beş kilometre batısında, Başpınar Mahallesi’nin karşısında ormanlık, yüksek bir yerdi. Kardeşlerimden Ejder geldi. “Babam, acele gelsin, yarın seni “enüsdü” imtihanı için Mersin’e gönderecekmiş “ dedi. Çobanlığı kardeşime bırakarak akşamüstü köye ulaştım. Babam, nüfus kâğıdımla, kalemimi, silgimi bir zarf içinde elime tutuşturdu. Beş lira da para verdi.Ertesi sabah, sınıf arkadaşım Cafer’le yayan yapıldak çıktık yola. Cafer’in kara bir şalvarı vardı. İkimiz de yalın ayaktık. O yıllar ailecek yok yoksulduk. Benimle kardeşlerimin çoğu yalınayaktılar. Ayak tabanımızda “taşdöğen” dediğimiz kan çıbanları çıkardı.Köyümüzün karşısında, mağarasıyla ünlü Şaymana Dağı vardı. En az onbeş kilometre çekerdi. O dağa doğru yürüdük. Öğlene yakın, Şaymana’ya ulaştık. Dağın arkası, ak topraklı derin yarlarla kaplıydı. Ak topraklı yerlerden kaynayan pınarlar genellikle soğuk olurdu. Teknekoyağı pınarında su içtik. Elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra devam ettik yolumuza. Haziran başlarıydı. Toroslar’da baharla yeşilin kudurduğu günlerdi. Her adımda irili ufaklı böcekler, çekirgeler, kuşlar uçuşuyordu. Göz alabildiğine her yan çıldırmış gibiydi yeşillikten.İki yanı seyrek çamlarla kaplı, yeşili bol, derin bir koyağın tabanındaki keçi yolunu izleyerek Fındıkpınarı’na ulaştık. Gün ikindi olmuştu.Fındıkpınarı, Mersinli zenginlerin yayla yeriydi. Suyu, yolu boldu. Elektriği vardı. Dik çatılı, kiremitli, ahşap binaları şıktı.“ Çenesizin Oteli” derler bir oteli vardı.Sabahtan beri yürüdüğümüz için tabanlarımız ağrıyordu. Karnımız acıkmıştı. Kısa pantolonlu çocuğun biri, bağıra çağıra susamlı simit satıyordu. “Kaça? Dedik. “Tanesi iki buçuk kuruş” dedi. Birer tane aldık, yemeye başladık. O zamanlar ortası delik iki buçuk kuruşluklar vardı. Fındıkpınarı’nda yediğim simit, hayatımda yediğim ilk simitti.Fındıkpınarı’nda babamın içki arkadaşı Halil amca vardı. Biz ona “Hallov Amca” derdik. Hallov amcayı sordum, dükkânı varmış, hemen yerini gösterdiler. Orta yaşlı, şişmanca, kır saçlı, sevimli, cana yakın bir insandı. Hallov Amca’ya kendimi tanıttım. “Ben Aslanköy’den eski muhtar Tahir Şahin’in oğlu Osman. Bu da aynı köyden Cafer. Babam selam söyledi. Yarın Mersin’e imtihana gideceğiz. Sizde kalacakmışız” dedim. Hallov amca, dükkândan çıkarak, eliyle yukarıdaki iki katlı, ahşap evi gösterdi. “Gidin eve! Çocuklar var orda” dedi. Yukarıya doğru yürüdük. Orada bizi Hallov amcanın karısı ile oğlu Emin karşıladı. Emin kısa pantolonlu, çoraplı, ayakkabılı, düzgün yüzlü, temiz bir çocuktu. Yalınayak ve fistanlı olmama karşın bana tepeden bakmadı. Meyve getirdi, yedik. Konuştuk. Karanlık çökünce, dışarıdaki ağacın dibine yer yatağını serdiler. Cafer’le girdik yorganın altına, uyuduk.Er sabah kalktığımızda, Emin de kalkmış, bizi bekliyordu. Önümüze düştü. Meydana götürdü bizi. Oradan kamyonlar kalkıyordu Mersin’e. Kamyonlardan birini durdurdu. Bindik. Kamyon hareket etti. Cafer’le benden başka kimse yoktu kamyonun içinde. Bizi götüren kamyon kireç kamyonuydu. Kireç götürür getirirmiş. Karoserin her yanı kireç bulaşığı, kireç artığı içindeydi. Kamyon hızlanınca bir kireç tozu kalktı, bir kireç dumanı içinde kaldık ki, inanılmaz. Üstümüz başımız bembeyaz olmaya başlamıştı. Kamyon karoserinin tabanına, yüz kadar da yeni kesilmiş, yeni yüzülmüş, ala kanlı koyun-keçi postu sermiş, yüklemişlerdi. Ayaklarımızı kireç tozu yakmasın diye postların üstüne bastık. Yumuşacıktı ya, bir süre sonra tabanlarımız, baldırlarımız, bacağımız kaşınıp yanmaya başladı. Bu kaşınma ve yanma Mersin’e kadar dürdü. Koyun-keçi postlarındaki keneler bacağımıza ağmış: meğer onlarmış tenimizi ısıran, kaşındıran.Bir buçuk saat sonra Mersin, Yoğurt Pazarı’nda indik kamyondan. Üstümüz başımız, kaşımız, saçımız değirmenden çıkmış gibi bembeyaz olmuştu, kireç tozundan.Pek çok sınıf arkadaşımızla karşılaştık Yoğurt Pazarı’nda. İçlerinde akrabam, komşumuz, resul Aslanköylü’de vardı. Kaşına kaşına aralarına karıştık arkadaşların. Bazı arkadaşların yanlarında babaları vardı. Bu da bize güven veriyordu. Bir veli, imtihana İleri İlkokulu’nda gireceğimizi söyledi. Önümüze düştü. İleri İlkokulu’na doğru yürümeye başladık. Yollar asfalttı ve kaldırım taşlarıyla kaplıydı.“Ne güzel, ne diken var, ne çamur, ne de keskin, sivri taşlar… Böyle yolda yalınayak yürümenin gözünü seveyim” dedim içimden.İleri İlkokulu’nun bahçesi kalabalıktı. Okaliptüs ağaçlarının gölgeleri öğrenci doluydu. Fistanlı, kara şalvarlı, yanık yüzlü, yıkıntı altından kurtarılmışlar gibi yarı şaşkın, henüz bakmasını bilmeyen benim gibi yoksul köylü çocuklarıydı onlar da. Derken isimlerimiz okunmaya başlandı. Sıraya girdik. Benim girdiğim sıranın başına bir öğretmen geçti. İkinci kattaki sınıflardan birine çıkardı bizi. Sıralara teker teker oturduk. Kurşun kalemimi, silgimi ve kimlik cüzdanımı çıkarıp önüme koydum. Soruları yazmaya başladılar. On kadar soruydu. Biri dışında hepsini yanıtladığımı sanıyorum. Yazım da oldukça okunaklı ve güzeldi. Öğleüstü sınav bitti. Yazılı kâğıtlarımızı topladılar. Bizi dışarı çıkardılar. Sevinç içindeydim. Cafer’le bazı arkadaşlarım üzgündüler. Sınavları iyi geçmemişti anlaşılan. Resul Aslanköylü de sevinç içindeydi.Bahçeye indik. Başımızdaki Veli: “Kamyon akşamüstü Yoğurt Pazarı’nın oradan kalkacak. Herkes vaktinde hazır olsun!” dedi. Dağıldık.Mersin sıcaktı. Hem susamış, hem acıkmıştık. Cafer’le yine birer simit aldık yedik. Parkta bir hortumdan su akıyordu. Hortum suyuna ağzımızı dayadık, kanasıya içtik. Yal gibi sıcak bir suydu. İster istemez Toroslar’ın kar kokulu, dondurucu suları aklımıza geldi.Cafer’le üç yeri görmeye karar verdik. Biri denizdi, Öbürü Mersinli Ahmet Pehlivan kahvesiydi. O yıllar Mersinli Ahmet çok ünlüydü. 1948 Londra olimpiyatlarında iki altın madalya almıştı. Bizim Toros köylerinde de karakucak güreşi yaygındı. Bu yüzden mersinli Ahmet Pehlivan adı dillerde efsaneleşmişti. Görmek istediğimiz üçüncü yer ise Demiryoluydu. Demiryolu deyince aklımıza, her yanına demir döşenmiş yol geliyordu.Denize doğru yürüdük. Bugünkü liman tesisleri, dalgakıranlar yoktu o zaman. Denizden doldurularak yapılmış Mersin Parkı da yoktu. Deniz, bugünkü sahil yolunun geçtiği yerden başlıyordu.Deniz merak ettiğimiz kadar varmış; ufukların altına kadar her yan suydu. Büyüktü ve çok maviydi. Köpükleri de büyüktü ve apaktı. Dalgalı ve uğultuluydu. Tuzumsu, tuhaf bir kokusu vardı. Köpükleri sahile vuruyor, hışırdıyor, kumların üstünde incecik, geniş bir dil gibi uzanıyor, sonra sönüyordu. Ayrıca deniz üstünde uçuşan, o güne kadar hiç görmediğimiz türden, gümüşümsü beyazlıkta kuşlar vardı; martılar…“Bu kadar büyük bir suyun tadı nasıl acaba?” diyerek, deniz kenarına yattım. Ağzımı dayadım deniz suyuna. Dayamamla, ayağa kalkıp tükürmem bir oldu. “Sidik gibi tuzluymuş” dedim kendi kendime.Sora sora Mersinli Ahmet Pehlivan’ın Olimpiyat Kahvesi’ne ulaştık sonra. Kahve deniz kenarındaydı. Çok geniş, çok büyüktü. Duvarları, altın madalyalı, mayolu güreşçi resimleriyle doluydu. Ne var ki, Mersinli Ahmet Pehlivan yoktu. Kahveden çıktık. Demiryolunu görmeye gittik sonra. Bir de ne görelim; bir çift raydan başka bir şey değilmiş demiryolu meğer.Bu gezmelerimiz sırasında gördüğümüz her ev bize saray gibi gelmişti. Ne çok camlı ev, ne çok dükkân, mağaza, ne çok insan vardı. Kısa etekli, saçları açıkta, sivri topuklu ayakkabılarla yürüyen şık hanımlar gördük. Sipsivri topukların ütünde nasıl durduklarını, düşmeden nasıl yürüdüklerini arkadaşım Cafer’le merak ettik. Bir de o güne kadar hiç görmediğimiz türden ağaçlar vardı; Palmiyeler, muz ağaçları, incirler, narlar, portakal ve limon ağaçları, okaliptüsler, karabiber ağaçları, kauçuk ağaçları falan…Akşam olunca Yoğurt Pazarı’nda toplandık. Fırından anama kocaman bir somun ekmeği satın almış, bir gazeteye sarmıştım. Anamın ağzında dişleri eksikti, somun ekmeği yumuşak olduğundan anamın ağzına iyi gelirdi.Üstü branda beziyle kaplı bir kamyon geldi. Doluştuk içine. Kamyon hareket etti. Salkım saçak, ayakta birbirimize tutuna tutuna yolculuk başladı. Bir buçuk saat sonra Fındıkpınarı’nda aldık soluğu. Karanlık çökmüş, süt gibi bir ay doğmuştu. Bizim köylü bir sürü çocuk, yokuş yukarı, kuzeye doğru yaya yürümeye başladık. Çiriş ve baldıran otlarının kokuları sarmıştı ortalığı. Üç saatlik bir tırmanıştan sonra ak topraklı Şaymana Dağı’na ulaştık. Köyümüzün ışıkları göründü. Görünen elektrik ışığı değildi. Köyümüzde elektrik yoktu. Görünen, çoban ateşleri ile ev önlerinde yanan tek tük ateşlerdi.Kösüre mahallesindeki bahçemize ulaştığımıza, ay göğün ortasını bulmuştu. Sanırım gece yarısıydı. Babam, çardağın önüne, selvi söğüdünün altındaki yer yatağında uyuyordu. Anam da yanındaydı. Uyandırdım. “Baba ben geldim!” dedim. Uyanan babamın ilk sorusu: “İmtihan iyi geçti mi?” oldu. “iyi geçti” dedim. Yalan söylediğimi sanarak; “Sonuçlar açıklanınca anlarız iyi geçip geçmediğini. İmtihanını kazanamazsan, ömrünün sonuna kadar sürünün başına çoban olarak dikerim seni” dedi.Ne diyebilirdim?Anacığım, “Hoş geldin, Sarı Osman’ım!” dedi Mersin’den beri elimde taşıdığım gazeteye sarılı somun ekmeğini verdim anama. Çok memnun oldu.Babam: “Verdiğim beş lirayı ne yaptın? Yoksa tümünü harcadın mı? Diye sordu”.“Hayır, harcamadım” dedim. “Gidiş dönüş iki yüz kuruz kamyon parası, beş kuruşa da iki simit aldım yedim. Beş kuruda şu anama verdiğim somunun parası. Geri kalan iki yüz seksen beş kuruş cebimde” dedim.Sevindi babam. “Aferin tutumlu çocukmuşsun”, dedi. Aldı elimden ikiyiz seksen beş kuruşu.Anam, “Yorgunsundur oğlum. Yat uyu!” dedi. Gerçekten çok yorgundum. Dizlerim ağrıyor, tabanlarım sızlıyordu.Üstümdeki fistanla birlikte, çardakta yatan kardeşlerimin aralarına sokuldum. Yatar yatmaz uyudum. Sabah ezanında babam yandırdı. “Kalk! Kuzyaka’daki oğlak sürüsü seni bekliyor” dedi .Azık peştamalını belime sarıp kuşandım. Beş kilometre batıdaki Kuzyaka’ya doğru yürüdüm.İki buçuk ay sonra, Eylül başlarıydı. Çobanlığını yaptığım oğlaklar büyümüşler, sürüye katılmışlardı. Bana da sığır çobanlığı kalmıştı. Öğleye doğru, büyük ağabeyim Nezir Şahin, atla geldi, sevinçliydi, Attan iner inmez, “Aferin Osman! İmtihanını kazanmışsın. Seninle birlikte imtihana giren çocuklardan dokuz kişi daha kazanmış. Yalnız senin yaşın küçük gelmiş. Hazırlan! Seni köye götüreceğim. Babam yaşını büyütüp, Enüsdüye kayıdını yaptırmak için seni Mersin’e götürecek” dedi.Ne diyeceğimi bilemedim. Bir saat sonra ağabeyimin terkisindeydim. Sığır Çobanlığını kardeşlerimden biri devralmıştı. At sırtında döndük köye. Anam, bol küllü sıcak suyla yıkadı, çimdirdi beni. Yepyeni bir fistan giydirdi. Akşam sofrasında babam ilk kez yanına oturttu beni. Bütün kardeşlerime seslenerek: “ Allah’ın izniyle ailemizden ilk defa bir devlet memuru çıkacak!” dedi. Kardeşlerimin bana bir tuhaf baktıklarını sezdim.Tresi sabah, babam terkisine attı beni. Anam arkamdan hayır dualar etti. “Allah zihin açıklığı versin! Dersine iyi çalış! Okumanı iyi oku! Allah sana akıl bayiliği versin!” dedi.Gidiş o gidiş… Dicle Köy Enstitüsü’nde okuyacağım, Fırat boylarında köy öğretmenliği yapacağım, Gazi Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi bölümüne gireceğim, ülkemizi derinden sarsan üniversite olaylarına katılacağım, 27 Mayıs Devrimi’ni göreceğim, sonra Malatya Lisesi’ne atanarak, pek çok valinin, generalin, milletvekilinin, bakanın, gazeteci ve yazarın öğretmeni olacağım, bir yazar, bir öykücü ve senarist olacağım, ona yakın ödül kazanacağım, bir kitap eleştiri yazısı yüzünden 18 ay hapis yatacağım, 27 kitabın, otuza yakın senaryonun altına imza atacağım, pek çok ünlü yazar, sinemacı ve kültür insanıyla yakın dostluklar kuracağım, festivallerde, edebiyat jürilerinde görev alacağım, İsveç’e, Bulgaristan’a, Almanya’ya, Hollanda’ya, Belçika’ya, Kıbrıs’a ve ABD’ye davet edileceğim, sempozyumlarda bildiriler sunacağım, üniversitelerde konferanslar vereceğim, yapıtlarım yedi yabancı dile çevrilecek, yayınlanacak… Bütün bunlar aklımın ucundan bile geçmezdi. Bunlar, 54 yıl önce Toroslar’da, adsız, kayıp bir çocukken, Köy Enstitüsü’nde kendimi bulduğum için, orada yeniden doğduğun için oldu. Aynı okulda okuduğumuz arkadaşım, Resul Aslanköylü de Yargıtay 10. Ceza Dairesi başkanlığına kadar yükseldi ve emekli oldu.Diyeceğim şudur: Köy Enstitüleri’ni kapatanlar bu ülkeye iyilik etmediler. Köy Enstitülerini kapatanlar, bu ülkeye en büyük kötülüğü yapmışlardır.
Copyright by Osman Sahin. All rights reserved.
Bütün yayın hakları ve fotoğraflar Osman Şahin'e aittir.
İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
İzinsiz ve kaynak gösterilmeden kullanılamaz.
Webdesign by Buket Sahin