İVRİZ K.E.TARIM...

Eren, bir yıl önce 17 Mart 2001 yılında Milas-Kıyıkışlacık Köyü'nde Zeytinlikuyu Mahallesi'ndeki bahçesinde çalışırken hazin bir şekilde yaşamını yitirmiş, Ankara Karşıyaka Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir. 
    
Mehmet Ali Eren, benim İvriz Köy Enstitüsü’nden öğretmenimdi. Aynı zamanda Ereğli’de ilköğretim müfettişimdi. Yayın yaşamımda çok yardımlarını gördüm. Ondan edindiğim esin, yaşamıma ışık oldu. Mehmet Ali Eren’in renkli bir kişiliği vardı. Daima çalışır, müspet işler peşinde durmadan, yorulmadan koşar; çevresine ve ülkesine yararlı olmaya çalışırdı. Aynı zamanda Atatürk İlkelerine ve Türk Devrimi’ne yürekten bağlıydı. İrticanın ve bağnazlığın amansız düşmanıydı. Müspet bilimden asla ödün vermezdi. Hak bildiği yolda dosdoğru yürümeyi yaşam felsefesi edinmişti. Bizleri de bu duygularla yetiştirdi. Mehmet Ali Eren’in öğrencisi olmaktan daima övünç duyarım. Onun gerçek kişiliğini okul ve yaşam arkadaşı Vahap Okay, ne güzel dile getirmiş:
    Mehmet Ali Eren Kimdir
    Mehmet Ali Eren, Niğde’nin Ulukışla İlçesi'nden Körçoban’ın Osman Ağa’nın dokuz oğlundan biridir. Mehmet Ali Eren benim sınıf arkadaşımdır. Yaşam boyu başarılı çalışmalarını yakından izledim. Bu satırları yazma cesaretini bu yakın ve devamlı ilişkimizden aldım. Mehmet Ali Eren 1911 yılında Ulukışla’da doğdu. İlkokulu Ulukışla’da, ortaokulu ve öğretmen okulunu Niğde’de bitirdi. 1933 yılında Manisa’nın Durasıllı Kasabası'nda öğretmenliğe başladı. 1943 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümü’nü bitirdi. Sırasıyla Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu Kitaplık Memurluğu, Zonguldak, Adana ve Konya illerinde ilköğretim müfettişliği yaptı. İvriz Köy Enstitüsü meslek dersleri öğretmenliğinde bulundu. Konya-Ereğli Lisesi Müdürlüğü yaptı. 1968 yılında emekli oldu. Ereğli’de Güneş Gazetesi’ni kurdu ve tek başına yönetti. Bu arada birçok yapıtlar verdi:
    
 İlk ve Orta Dereceli Okullarda Kitaplık Tertip ve Tasnif Kılavuzu, (1948) ? Çevremizdeki Varlıkları ve Olayları İnceleyelim, (1956) ? Hakikat-Düşünen Doğruyu Bulur, (1958) ? Hayat Bilgisi Rehberi (1-2), (1960) ? İlkokullarda Örnek Yazı 2-3, 4-5, (1971) Mehmet Ali Eren’in yukarda klasik biyografisini verdim. Bu bilgi her fani insan için geçerli. Asıl olan Mehmet Ali’nin özel yaşantısıyla gerçek kişiliğini belirtmektir. Niğde Ortaokulu’na 1926 yılında civar ilçe ve köylerden bir öğrenci akını olmuştu. Bu yıllarda merhum Mustafa Necati, ulusal eğitimde köklü bir atılım yaparak pek çok yenilikler yapmıştı. 1926 yılından önce ilkokullar altı sınıflı idi. İlkokullar numune, ortaokullar rüştiye ve liseler de idadi adıyla anılmakta idi. İşte 1926 yılında ilkokulu bitirenler böyle bir devrimin içinde buldu kendilerini. Niğde Ortaokulu’na Merkez, Bor, Maden, Ulukışla, Ortaköy (Altunhisar), Üzümcü (Pertek), Adırmusun (Koyunlu)’dan öğrenciler yazıldı. Anımsadığıma göre Ulukışla’dan on bir, Bor’dan yedi, Maden’den iki, Ortaköy’den dört öğrenci devam ediyordu. Pertek ve Koyunlu’lular günübirlik gidip geldiklerinden sayıları bizi ilgilendirmezdi. Yeşilyurt (Asmaz) ve Altunhisar (Ortaköy) bir anılırdı. Yeşilyurt’tan Mahmut Zor ve Mustafa Yaldır, bir yıl önce Niğde Ortaokulu’na başlamışlardı. Mustafa Yaldır’ın babası Kulaksız Ahmet, çok zeki ve ileri görüşlü bir adamdı. Mustafa Yaldır’ın daha sekiz yaşında hafız olmasını sağlamıştı. Asmaz’lı Kulaksız Ahmet’in oğlu diye aramızda kıyasıya bir kıskançlık ve rekabet doğmuştu. İşte Ortaköy’den Mahmut Zor, Vehbi Atalay, Mahmut Kirazcı ve benim Niğde Ortaokulu’na gitmemize Mustafa Yaldır öncülük etmiş, bize örnek olmuştu. Niğde Ortaokulu’na en kalabalık öğrenci Ulukışla’dan gelmişti. Ortaokula kaydolan on bir öğrenciden yalnız Mehmet Ali Eren yüksek öğrenim yaptı. Mehmet Ali, Ulukışlalılar içinde en sağlıklı, orta boylu, kulakları öne yatık, Türkmenliğini ve köylülüğünü törpülememiş bir davranış içinde arkadaşları arasında bir ayrıcalık gösterirdi. Ulukışla’dan gelen öğrenciler Niğde’den bir ev tutup yerleştiler. Bor’lu ve Ortaköylüler olarak biz dört kişi Akmedrese’ye yerleştik.
    
O tarihlerde lise ve öğretmen okullarında Bakalorya, ortaokullarda bitirme sınavı vardı. Bu sınavlar biraz baraj niteliğinde olup, sınıfların bütün derslerini kapsardı. Bu sistem ve sınavlar pek çok öğrencinin canını yakardı. O günlerin ortaokul çıkışlılarını bugünün üniversite mezunlarına değişmem. Mehmet Ali Eren, ortaokul son sınıfta takılmış, öğretmenlerine çok kızmış, kendisini kahretmişti. Ulukışla’nın kapalı geleneği ve duygusallığı ile Toros Dağlarının gururlu özgür yaşantısına sığınmış, bir yıl sere serpe çobanlığına devam etmişti. Uzun yıllar dağlarda çobanlık edenler erişmiş kişi olurlarmış. Kent ve köylerin günah sayılan bütün uğraşı ve yalan dolanından uzak oldukları için, böyle söylenir. “Kendi koyununu güdene çoban denmez” diye bir de özdeyiş var yörede. Mehmet Ali de kendi koyunlarını bir yıl gütmüş, bu bir yıl Mehmet Ali’nin erişmesine ve ermesine yetmiş. 1930 yılının sonbaharında çoban değneğini elinden atmış; yerine beline, kuşağının ortasına uzun ve çıplak bir kama takarak tutmuş Niğde’nin yolunu. Mehmet Ali çobanlık ettiği günlerde, okumanın ne olduğunu değer ölçüleri içinde olgunlaştırıyor.

    Mezar taşlarından kendisine pay biçiyor ve benimle bunlar arasında ne fark var, dünya Ulukışla kadar mı? diyerek yaşama rotasını değiştiriyor. Arkadaşlarının hepsi savaşı yitirmişçesine analarının babalarının işine dönmüşler ve günde bir kere Adana’dan Konya’ya, Konya’dan Adana’ya gelip giden trenleri geçirmeyi kendilerine vakit değerlendirmesi haline getirmişlerdir.   
    Her gün süren karşılama ve yolcu etme, Ulukışla gibi dağ arasına sıkışmış ilçenin memur ve belli kişileri için bir uğraşı olmuştur.
    
İşte Mehmet Ali’nin kafa yapısındaki gelişim hep bunları imajladı. Çevresini, komşularını ve babasını göz önüne aldı. Ben bu Mehmet, Mustafa ve Osman’lıktan kurtulacağım dedi. Yarım kalan sınavlarını vermek üzere Niğde Ortaokulu’na pür silah geldi. Mehmet Ali Eren’in ortaokul sınavına gelişini, Pedagoji Bölümü’nü beraber bitirdikleri sınıf arkadaşı ve köylüm İsmail Özalp anlatmıştı: Mehmet Ali ortaokul bitirme sınavlarının bütünlemesine geldiğinde, ortaokul öğrenciliğinden çok şey yitirmişti. Çünkü öğrenimine bir yıl ara vermiş, kırda-bayırda, dağda-taşta çobanlık etmişti. Kıyafeti, davranışları ölçüsüz, konuşmaları bir serbestlik içinde idi. Poturun üzerine sardığı kuşağın ön tarafına sallandırdığı saldırma (kamanın büyüğü) belinde çıplak halde parıl parıl parlıyordu. Bu saldırma ne olacak diye sorduğumuzda: “Bana sınıf geçirmeyenleri bundan geçireceğim.” demişti. İrade, duygu ve davranışlara gem vurmak olduğuna göre bunun en iyi olgunlaşmasını Mehmet Ali’nin bu eylemlerinde görürüz. O günlerde Mehmet Ali’deki hırs isyan sonucu doğmuşsa da, olgunluk yıllarında haz ve bir övgü haline dönüştüğünü görüyoruz. Mehmet Ali Eren, büyük bir istenç ile Ortaokulu ve Niğde Öğretmen Okulu’nu bitirdi.
    1933 yılında Yedek Subay Okulu’nda beraber idik. Askerlik dersleri yanında, 6 aylık devre içinde Fransızca’yı öğrendi, terhis’ten sonra Manisa’nın Durasıllı Köyü'ne öğretmen oldu. Aşağıdaki öyküyü kendisinden dinlemiştim: Manisa Milli Eğitim Müdürü Bilâl Bey, Amerika’da pedagoji ve toplum bilimleri okumuştu. İdeal bir milli eğitimci idi. Öğretmenlerin mesleki bilgilerini artırmak, birbirleriyle ilişkilerini sağlamak yönünden öğretmenler arasında mesleki konferanslar düzenler, her Cumartesi günü bir öğretmene örnek ders verdiriyor veya çocuk terbiyesi hakkında konferans hazırlatıyor… Örneğin, Alfabe nasıl kolay öğretilir, Coğrafya dersi nasıl verimli işlenir ve öğrencilere kolay öğretilebilir gibi… Metot konularını ele aldıran, meslekle ilgili bir konu da Mehmet Ali Eren’e verilir. Mehmet Ali Eren, aldığı konuyu bilimsel kaynaklara yöneltir. Konferansı ile ilgili çıkmış ne kadar otorite kitap varsa satın alır.



    Bu kitapları okur, notlarını alır ve özetler. Konferans günü, bu kaynak kitapları da eşeğe yükleyerek konferans salonuna gelir. Konferans saatinden 10 dakika önce, konferans masasının iki tarafına 25 kadar kitabı sıralar. Öğretmenlerin meraklı bakışları arasında masanın başına geçer. “Sayın Müdürüm, değerli Meslektaşlar” diye söze başlar. “Konuşmama başlamadan önce konferansımı hazırladığım yapıtları tanıtayım, belki bu yönde de hizmet etmiş olurum sizlere.” der. Daha önceki toplantılarda, ilgisiz, dalga geçenler, hatır için gelenler, İlköğretim Müdüründen korkan ve gözüne girmek için konferansları izleyenler bu durum karşısında sıkı bir ciddiyete girerler. Bütün öğretmenler dik kulak, gözleri Mehmet Ali Eren’de dinlemeye başlarlar. Bu konferanstan sonra yöneticileri ve öğretmen arkadaşları arasında saygı gören Mehmet Ali Eren, hiç bir iltifata ve ödüle de eğilmedi.
    Manisa merkezine gelme, müdürlük, milli eğitim memurluğu onu hiç mi hiç ilgilendirmedi. Onun kafasında yüksek öğrenim yapmak yatar, onu da başardı. Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Pedagoji Bölümü’nü bitirdi. İlköğretim müfettişi oldu. Lise müdürü oldu. Gazete sahibi oldu. Çalışmaları ilgililerin gözlerinden kaçmadı. İvriz Köy Enstitüsü’nde verimli çalışmalar yaptı. Örnek öğrenciler yetiştirdi. Enstitüler kapanınca tekrar ilköğretim müfettişliğine döndü ve 1968 yılında emekli oldu. Bu arada Konya Ereğli’de matbaa kurdu. Güneş Gazetesi’ni çıkardı ve tek başına yönetti. Enerji kudreti, normalin üzerindeki kişilere özgü bir azimle, birçok güçlükleri yenmek için matbaasını Ankara’ya taşıdı. Şimdi bu ülke merkezinde aslanın ağzından lokma alır gibi savaşım veriyor. Edindiğim bilgilere göre, bu dağdağalı ve her türlü dalaverenin cirit attığı iş alanında Mehmet Ali dürüstlüğü ile çevreye kendini tanıtmıştır. Mehmet Ali’de çok kuvvetli bir irade vardı. Alışkanlığın frenlenmesi olan bu haslet, Mehmet Ali’de çok belirgindir. Yaşam boyu verdiği savaşta yenilgiye uğramamış, azmini sürekli olarak bilemiştir. Övgü ve nefret sonucu gelen ihtirası da yoktur. Başladığı, daha doğrusu dengeli olarak planladığı işlerde, danışmaya bile gereksinim duymazdı. Çünkü inandığı ve gücünün yeteceği işlere girişmiş ve başarmıştır. Planlayıp giriştiği işlerin hepsi, sanki Mehmet Ali’den korkmuşlar gibi önünde diz çökmüşlerdir.

    Bu başarılarında, Mehmet Ali’nin kişiliği, her şeyin üstünde dürüstlüğü büyük etken olmuştur. Mehmet Ali kişiliğine düşkün olup, çıkar uğruna ödün vermemiş, var olan kişisel değerlerini hiçbir kimseye ve otoriteye zedeletmemiştir. Mehmet Ali’de gurur, kibir denen şey yoktur. Sahip olduğu değerlerden kuşkusu olmadığından, başkalarına omuz şişirmeye gereksinme duymaz. Mehmet Ali hiçbir dostunun, arkadaşının veya bir rakibinin dedikodusunu yapmaz. Kendi öz varlığını sevdiği için, başkalarına da aynı saygıyı gösterir. Mehmet Ali, olduğundan fazla görünmeyi sevmez, o kadar alçakgönüllü ve kalenderdir ki, varlığını, başarısını kişiliğine yama yapmak istemez. Mehmet Ali üzerine, çevrenin ekonomik ve sosyal kokuşmuşluğunun en ufak bir çıkar ve sömürü fikrini benimsememiştir. Mehmet Ali yalan bilmez, sahtecilik, kandırma, olduğundan çok görünme ve övünme bilmez. Doğruya doğru-eğriye eğri demekten kendini ve görüşünü esirgemez. Mehmet Ali’nin fizik yapısında, yukarda saydığımız hasletleri okumak olanağı var erbabı(bir işten iyi anlayan) için. Sağlıklı bir bünye, baştan omuza doğru bir eğiklik, kulakların devamlı dinleme özelliği ve düzlüğü, düşünüm sürekliliğini ayan beyan belli eder. Baş yapısından, bu baş içinde devamlı fikir oluşumu yaptığı bellidir. Bu ağırlığın oranını belirleyen parlak gözler, kıvanç verici ve olumlu olayların onaylayıcısı gerilen dudakların yanlara açılışı vurgular. Mehmet Ali düşüne düşüne konuşur. Birbirine bağlı ve anlamlı sözcükler kullanır. Kötü alışkanlıklarla hiçbir yönüyle ilişkisi yoktur. Aktüalite olaylarını izler. Haksızlıklara tahammülü yoktur. Gücü oranında savaşını verir.
    Mehmet Ali Eren mazbut bir aile reisidir. Övünülecek varlıkları içinde çocukları vardır. Kemal Eren’i iyi tanırım, yüzünden okunur asilliği, yenilmez kişiliği içinde olgun bir kafa yapısı vardır. Mehmet Ali’nin eseri olduğu çok bellidir. Babası gibi vefalı olup, doğum yerine özgü hasletleri yitirmemiştir.

    Mehmet Ali Eren’in Çocukları    Mehmet Ali Eren’in üç oğlu, bir kızı vardır. Dördü de yüksek öğrenim yaparak, kendi alanlarında babalarından aldıkları eğitimle üstün başarı göstermişlerdir. En büyük oğlu Timur Eren müzik öğretmenliğinden emeklidir. Atilla Eren Hacettepe Üniversitesi'nde fizik profesörüdür. Kızı Emel de elektronik mühendisi olup, aynı meslekten eşi Murat Sezen'le beraber şu anda ABD’de bulunmaktadır.

     Kemal Eren uzun yıllar Ankara ve İzmit’te Devlet Malzeme Ofisi’nde müfettişlik ve müdürlük yaptıktan sonra, bu görevinden ayrılarak RULOSAN adında kâğıt ürünleri üzerine bir iş merkezi kurmuş, uluslararası ticarete atılmıştır. Bu işinde başarılı olduktan sonra Çek Cumhuriyeti’ne taşınmış ve uluslararası iş dünyasında büyük başarı göstermiştir. 2002 yılında da gelinlik tül kumaş üreten bir fabrika satın alarak ticari yaşamını sürdürmektedir.
    İVRİZ KÖY ENSTİTÜSÜ


    İvriz Köy Enstitüsü adını, Halkapınar İlçesi'ne bağlı İvriz Köyü'nden almıştır. İvriz Köyü'nden, İvriz çayının çok soğuk suları çıkmaktadır. Bu suyun, tarımın ihtiyacının azaldığı kış aylarında miktarı azalmaktadır. Tarımın suya ihtiyacının çok fazlalaştığı Nisan, Mayıs, Haziran aylarında suyun miktarı çok artmaktadır. Birkaç değirmen taşını birden çevirecek güce ulaşmaktadır. İvriz Kaya Kabartması’nın Tarihi ve Anlamı: Anadolu’da gelişen uygarlıklardan Tuwana Krallığı bu suyu ilâhlaştırmıştır. Suyun çıktığı yerdeki kayalardan birinin üzerine bir ilâh yontusu ile ona tapan güzel elbiseler giyen bir kralın yontusu yapılmıştır. İlâhın elinde buğday başağı, beline sarılmış olarak bağ çubuğunun üzüm salkımları görülmektedir. İlâhın ayağına giydiği burnu bükük yemeni, ya da postal Anadolu köylüsünün giydiği ayakkabıya benzemektedir.



İlâh yontusu üzerinde bir yazı vardır. Bu yazıyı bir Alman bilgini çözmüş ve okumuştur. Bu Almanın yazdığına göre İlâh Krala, “Bana taptığınız müddetçe buğday ile üzümü, yani onları yetiştiren suyu bol bol ) veririm” demektedir.
     Kaya kabartmadaki yazının ancak iki satırı okunabilmiştir: Saray (tapınak) da bir çocuk iken ben bu asmaları diktim. TARHUNDAS onlara bereket verebilir. TUWANA KRALI Hakim ve Kahraman WARPALAWAS
    Köy Enstitüsü Müdürü Kemal Üstün ve Kars Cilavuz Köy Enstitüsü Müdürü Nazım Esen gibi iyi yetişmiş elemanları verimli olacağı alanlarda çalıştıran çok yönlü ve çok çalışkan insanlardır. Önce İvriz Köy Enstitüsü arazisinin deprem bölgesi içinde olup olmadığını uzmanların da yardımı ile araştırttı. İvriz Köy Enstitüsü arazisinin deprem bölgesi kuşağının uzağında olduğunu saptadı. Sonra bu arazinin coğrafi durumunu inceletti.
    Ben enstitü öğretmenliğine ve Yapı Sanat Başkanlığı görevine başlayınca Recep Gürel’in yaptığı incelemeleri ele alarak, enstitünün ve Ereğli’nin coğrafi durumunu incelettim. İstanbul ve Ankara’dan coğrafya profesörleri enstitüye geldiler. Günlerce çalışma yaptılar. Bunların da yardımı ile saptanan Ereğli ve çevresinin coğrafi durumu şöyledir: Ereğli’nin güneyindeki Toros Dağlarından zaman zaman şiddetli fön rüzgârları esmektedir. Bu rüzgârlar binaların çatılarına zarar vermekte ve kiremitleri uçurmaktadır.

    Ereğli’deki Ulu Cami'nin minaresinin tepesini Selçuklular devrinde, kapısından giren şiddetli fön rüzgârları uçurmuş olmalı ki minarenin kapısı diğer minarelerde olduğu gibi güneye açılmamaktadır.
    Padişahlık devrinde Ereğli tren istasyonunun binalarını yapan Alman şirketleri bina kiremitlerinin fön rüzgârları tarafından uçurulmasını önlemek için bina çatılarını çok dik yapmışlar ve rüzgârın kiremitlerin altından girerek kiremitleri uçurmasını önlemişler ve rüzgârın kiremitlerin yüzüne çarpmasını sağlayarak çatının zarar görmesini önlemişlerdir. Biz bu bilgilerin ışığında İvriz Köy Enstitüsü binalarının çatılarının Ereğli tren istasyonu binaları gibi dik yapılmasına gerek araç-gereç, gerekse teknik eleman bakımından imkân bulamadık. Binalara normal yükseklikte çatılar yaptık. Ancak fön rüzgârlarının zararlarını önlemek için daha kalın ve daha sağlam çıtalar kullandık. Her kiremidin sağlam tellerle çatıya bağlanmasını sağladık, bu suretle fön rüzgârlarının zararlarını önledik. Ereğli’nin ikinci özelliği yaz aylarının kurak geçmesidir. Çoğunlukla çok nemli bulutlar rüzgârlarla Akdeniz’den gelmektedir.
    Bu rüzgârlar Toros Dağlarını aşabilmek için yükselmektedir. Bulutlar yükseldikçe soğumakta ve rüzgârdaki nem yağmur olarak Toros Dağlarının güney yamacına düşmektedir. Bu nedenle Toros Dağlarının güneyi ormanlık ve bol yağışlıdır. Toros Dağlarının kalkerli olması nedeni ile bu dağların içinde büyük su depoları oluşmaktadır. İvriz çayının Toros Dağlarının kuzeyinde olması, dağ içindeki su kanallarının erken donması nedeni ile İvriz suyunun kış aylarında çok azaldığı, bahar aylarında bir taraftan donmuş kanalların çözülmesi ve yüksek kısımdaki karların erimesi ile suyun çoğaldığı anlaşılmıştır. Toros Dağlarını aşan nemli rüzgârlar Ereğli yönünde alçaldıkça ısınmaktadır. Böylece buluttaki bağıl nem azalmakta, yağmura dönüşmemekte ve Ereğli Ovasını yağmursuz bırakarak Karacadağ, Hasan Dağı ve Melendiz Dağı gibi yüksekliklere yağmaktadır. Yüce Tanrı kurduğu düzen içinde, daha keşfini yapamadığımız nedenlerle, yağmursuz bıraktığı Ereğli Ovasının ağaçlıklı yerleri yağmurdan nasibini almaktadır. Bu durum Amerika’da denenmiştir. Hiç yağmur yağmayan bir çöle kanallarla su götürülüp, ağaçlandırdıktan sonra, o çöle yağmur yağmaya başlamıştır. O halde “Ereğli ikliminin yağışlı hale getirilebilmesi için öğretmen, kaymakam, vali, müftü, imam ve milli eğitim müdürü olarak yapılması gereken işler var mı?” konusu üzerinde hepimizin düşünmesini ve düşüncelerini açıklamasını rica ederim.
    Askerlerin her işte olduğu gibi vatanın ağaçlandırılması üzerinde de çalışmalar yaptığını, her karakolda az da olsa ağaç yetiştirildiğini görerek memnun olmaktayım. Okullarda her öğrencinin bir fidan dikerek ağaç yetiştirmesi, çocuklar arasında ağaç yetiştirilmesi konusunda yarışmalar yapılarak ağaç yetiştiren çocukların ödüllendirilmesi için Karapınar köy okullarında yıllar önce yaptığım kampanyanın her okulda yapılmasının Milli Eğitim Bakanlığınca ve İl Milli Eğitim Müdürlüklerince plana bağlanmasını, ilgili derslerde ders konusu yapılmasını teklif ederim. Kurak arazide fidan yetiştirilmesi için fidanın gereksindiği suyu sağlamakta güçlük çekilebilir. Fidan sulandığı zaman suyun % 90 dan fazlası su buharı olarak havaya kaçmaktadır. Suyun havaya kaçmasını önlemek için suyun toprak altından verilmesinde fayda vardır.
    Birinci kitabımda açıkladığım gibi su, toprak içinde oluşan gözle görülemeyecek derecede küçük su kanallarından dışarı çıkmaktadır. Çapa yapıldığında bu kanalların kapanması nedeniyle su dışarı çıkamamakta ve toprak nemli kalmaktadır. Fidan ilk dikildiğinde, kökleri yanına uzanan yaklaşık 60 cm uzunlukta en ucuz sert plastik borular yerleştirilirse, fidanın ihtiyacı olan su o boru ile sağlanmış, en azından bir ay kadar fidanın su gereksinimi karşılanmış olur. Boru içinden nemin çıkmaması için boruyu bir plastik poşet parçası ile tıkayıp, üstüne de bir parmaklık plastik borudan yapılacak halkalarla poşet parçası emniyet altına alınır. Fidan büyüdükçe dört tarafa aynı ölçüde yayılması için plastik şişeler, yağ tenekeleri toprak içine gömülür. Bu şekilde değişik uygulamalar yapılabilir.
    İvriz Köy Enstitüsü öğrencilerine lise derecesinde genel kültür dersleriyle sanat ve tarım dersleri, bilgi ve uygulamaları verilir. Benim başında bulunduğum sanat çalışmaları, yapıcılık, marangozluk ve demircilik alanlarında olurdu.


    Göreve başladığım 1948 yılı Ekim ayında İvriz Köy Enstitüsü’nde görevli öğretmen, öğrenci ve işçilerle yakındaki Durlaz (Yıldız), Sarıca, Gaybi, Dedeköy (Büyükdede) ve Lütfühamidiye köylerinin muhtarları ve ihtiyar kurulu üyelerinin katıldığı bir toplantıyı okulun toplantı salonunda yaptım. Söz alarak kendimi tanıttım.     
    Okulun Yapı Sanat Başı olduğumu belirttim ve özetle şu konuşmayı yaptım: “Arkadaşlar, hangi işe başlanırsa başlansın, bir işin kaliteli bir biçimde başarıya ulaşması için doğru başlanması, yolların ve neticenin iyi düşünülmesi, karanlık bir noktanın olmaması gerekir. Başında yanlış yapılan bir işin sonradan düzeltilmesi çok güçtür, bazen de imkânsızdır. İnsan sağlığının düzgün gitmesi için ilk önce pazardan başlanması gerekir. Çürümüş ya da bozulmuş gıda maddeleri alınırsa, onun yapacağı tahribatı başka yöntemle önleyemeyiz, yapıcılıkta temele ilk harcı koymadan temel düzeyinin ana toprağa ulaşması, temel düzeyinin gönye ayarının su terazisine uygun, bayır arazide kademeli su terazisine uygun, köşelerin tamı tamına dik olması, kirecin harca karışmadan önce iyi süzülmüş, toprak parçalarının kalmaması, kumun topraksız olması, topraklı kumun yıkandıktan sonra harca karıştırılması gibi her hususun dikkate alınmasını, demir ve marangoz atölyelerinde vidanın İngiliz anahtarı ile açılıp kapanmasının kesinlikle önlenmesini isterim. Ziraat ve iş çalışmalarında kullanılan kazma, kürek, mala, tırmık, çapa gibi iş aletlerinin keskin bulundurulmasını, işten sonra alet temizliği yapılarak atölyedeki belli yerine konulmasını, kullanılmayan aletlerin pastan korunması için gerekli yerleri yağlanarak depoda muhafaza edilmesini, kültür derslerinde edinilen bilgilerle gazete ve dergilerden okunan bilgilerden denemeye imkân verilmesini, doğadan dünyanın oluşumuyla sonsuza kadar sürecek olan doğa kanunlarından faydalanılarak denemeler ve yeni keşifler yapılmasını dilerim. Örnek olarak iki doğa kanunundan söz edeceğim.
    Birincisi “Bütün canlılar ölümden kaçarlar”. Bundan nasıl faydalanırsınız? Halkımız Ereğli çevresinde Haziran ve Ağustos aylarında fidan aşısı yapılacağını bilir. Oysa kış ayları dışında her ay fidan aşısı yapılabilir. Aşının tutması için gerek aşı yapılacak, gerekse aşı alınacak fidandan su alınabilir. Birinin suyu alınır, diğerininki alınmazsa aşı tutmaz. Doğa kanunundan faydalanılarak suyu olmayan fidanın su vermesini sağlarız. Bunun için fidanın dalından bir miktarını keseriz. Doğa kanunu gereğince oraya su gönderir, fidanın büyümesini sağlarız. İkinci doğa yasası “Bütün canlılar nesillerinin devamını isterler”. Bunun için bahçeme domates fidanı dikmiştim. Büyüdüler, çiçek açmadılar. Sularını kestim. Susuz kalınca öleceklerini sanarak çiçek açtılar. Ben sularını verdim. Böylece o sene iyi mahsul aldım. Bilmediğimiz ve keşif yaparak faydalanmamızı bekleyen doğa yasaları vardır. Bu nedenle Yüce Tanrı bu yasaları keşfedip, insanların, hayvanların ve bitkilerin yararına kullanılmak üzere ırk, din, cins gözetmeden bütün insanlara kendi özünden bir parça olarak akıl vermiştir. İnsan aklını çalıştırıp, düşünceye dönüştürdükten sonra bu keşifleri yapabilir. Düşünceye dönüşmeyen akıl pasif kalır, denizin tuzlu suyuna düşen teneke gibi paslanır. Zaman geçtikçe pas derinleşir. Pasın tenekeyi çürüttüğü gibi, aklı da çalıştırmamak çürütür. Anlamı bilinmeden Arapça sözcüklerle yapılan ibadet, aklı düşünceye dönüştüremez. Dünya uygarlığında bütün Müslümanların bilime katkısının yüzde birin altında olmasından dolayı bütün Müslümanların düşünerek Türkçe ibadet üzerinde durmalarının ve özellikle hukuk düzeni içerisinde kılı kırk yararcasına hassasiyetle duran Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet SEZER’in Türk Ulusunun Türkçe ibadet hakkının bulunup bulunmadığını açıklamasını dilerim. Aklın düşünceye dönüşmesi için önce insan zihninde duyu organlarından veya zihinden mana olarak bir duyu oluşur. İkinci duyu mana olarak birinci duyu ile birleşir, mana olarak algı meydana gelir. Algılar yolu ile düşünce kıyası meydana çıkarır. Düşünce birçok gerçeğin keşfedilmesini sağlar. Örneğin ay tutulduğu zaman kimi insanlar çan çalarak, korkarak ya da başka türlü gösteriler yaparak ayın biran evvel gölgeden kurtulmasını beklerken, milattan dört yüz seksen yıl önce doğan Aristo kıyas yoluyla dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlamıştır. Ay tutulduğunda herkes çan çalarak ya da başka türlü gösteri yaparak ayın gölgeden kurtulmasını sağlamaya çalışırken, Aristo ay üzerindeki gölgeyi incelemiş, ay üzerindeki gölgenin yuvarlak bir gölge olduğunu görmüştür. Hemen zihnini çalıştırarak gölge yuvarlak olduğuna göre gölgeyi meydana getiren nesnenin, yani dünyanın da yuvarlak olması gerekir, demiştir. Ama o devirde teknik imkânlar bunu fiilen kanıtlamaya olanak vermediğinden, on beşinci yüzyılın ikinci yarısında Macellan adındaki denizci İberik Yarımadasından devamlı batı yönünde yol alarak kendisi yolda öldüğü halde tayfaları tekrar İberik Yarımadasına dönmüşlerdir. Böylece dünyanın yuvarlak olduğu kanıtlanmıştır. Türkiye’de Köy Enstitülerinde İş Eğitimi geniş ölçüde uygulanmıştır. İş eğitimi, öğrencilerin yetişmesinde birinci derecede etkili olduğu gibi, öğretmen, memur ve işçilerin çalışma hayatı içinde gelişmelerini de sağlamıştır. İş insanların alçak gönüllü olmasını, bilgilerini ve tasarımlarını netleştirmeyi sağlar, başka insanlarla münasebetlerinde saygılı ve sevecen yapar, aile hayatında uyum sağlar. Bu nedenle Amerika’da John Dui, Almanya’da Kerşen Steiner gibi düşünürler zenginlerin çocuklarını kır okullarında toplayarak iş içinde iş ve halk eğitimini benimsettiler. Türkiye’de orta dereceli okullarda Avrupa’daki statü uygulanamadı, çünkü bu yansıtmayı sağlayacak olan Türkiye’deki Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Talim ve Terbiye Kuruluydu. Oysa bu kurulun bazı üyeliklerine kimi zaman gizli başarısız, evet efendimci, nabza göre şerbet veren kimi insanlar yer almıştır. İlköğretim Genel Müdürlüğüne atanan İsmail Hakkı Tonguç resim-iş öğretmeniydi. Genel Müdürlüğe atanmadan önce bir süre Avrupa’ya gönderilerek oradaki okullarda inceleme yapmış, notlar almış ve Türkiye’ye dönmüştür. Böylece Türkiye’de kurduğu Köy Enstitülerinde, iş eğitimini doğru olarak yönlendirmiştir.
    1950’li yıllarda ilkokulların sekiz yıla çıkarılmasını düşündüğü için eğitim enstitülerine aldığı öğrencilerden ilkokullarda mecburi hizmet yapma taahhüdü almışlardır. Bu karar için Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulunda bir toplantı yapılmış, bu toplantıya Gazi Eğitim Enstitüsü Eğitim Bölümü'nden öğretmen istenmişti. Gazi Eğitim Enstitüsü Talim ve Terbiye Kurulu'na Amerika’da öğrenim görmüş öğretmen Hüsnü Cırıtlı’yı göndermişti. Öğretmenim Hüsnü Cırıtlı’dan öğrendiğime göre, Bay Yörükoğlu sekiz sınıfta bütün derslerinin bir öğretmen tarafından okutulması tezini savunmuş ve kabul ettirmişti. Hüsnü Cırıtlı uygarlığın iş bölümü üzerine kurulduğunu, bir öğretmenin bütün dersleri okutamayacağını, her dersin ayrı branş öğretmeni tarafından okutulması gerektiğini savunmuş ise de, bu teklifin reddedildiğini söylemiştir. Birkaç yıl sonra bakan değişir. Yeni bakan sekiz sınıflı bir okulun bir öğretmen tarafından okutulmasının faydalı olmayacağını, en azından dersler ikiye bölünerek fen bölümünde matematik, fizik, kimya, biyoloji; edebiyat bölümünde tarih, coğrafya, Türkçe gibi derslerin ayrı öğretmenler tarafından öğretilmesi gerektiğini arkadaşı olan Gazi Eğitim Enstitüsü öğretmenlerinden Dr. Halil Fikret Kanat’a söyler.
     Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Kurulu’nun o zamanki başkanı Yörükoğlu Dr. Halil Fikret’e gelerek Bakanın ne fikirde olduğunu sorar. Halil Fikret Kanat ilkokul derslerini iki gruba ayrılarak, iki ayrı öğretmen tarafından okutulmasını bakanın istediğini hem Yörükoğlu’na, hem de daha sonra arkadaşı olan Hüsnü Cırıtlı’ya söyler. Talim Terbiye Kurulu yeniden toplanır. Kurulun Gazi Eğitim Enstitüsü’nden istediği öğretmen olarak yine Hüsnü Cırıtlı gönderilir. Toplantıda söz alan Talim Terbiye Kurulu Başkanı Yörükoğlu, önceki toplantıda kuvvetle savunduğu sekiz sınıftaki bütün derslerin tek öğretmen tarafından okutulması tezini unutmuş görünerek, yeni Milli Eğitim Bakanının isteği doğrultusunda bütün derslerin iki gruba ayrılarak ayrı öğretmenler tarafından okutulması tezini savunur. Hüsnü Cırıtlı tekrar söz alarak daha önceki toplantıdaki tek öğretmenin bir sınıfın bütün derslerini okutması tezinin yanlış olduğu gibi, bir sınıfın bütün derslerinin iki gruba ayrılarak iki ayrı öğretmen tarafından okutulması tezinin de yanlış olduğunu söyler. Her dersin o dersin branş öğretmeni tarafından okutulması gerektiğini ifade eder, fakat bu öneri kabul edilmez.
     Milli Eğitim Bakanlığının hem danışmanının, hem de bilimin okullarda egemen olmasını sağlayacak Talim Terbiye Kurulu Başkanının bilim yolunu bırakarak, kendilerini o makama getiren bakanın nabzına göre şerbet vermeleri, orta dereceli okulların geri kalmasına neden olmuş ve iş eğitimi o yıllarda Ortaöğretim Programına konulamamıştır.
     Biz Türk Ulusu olarak en yüksek makamlara ulaşan devlet adamlarımızla ve en aşağıdaki işçilerimizle hep fikirlerimizi tasdik eden kişileri severiz. Oysa Ahmet Haşim’in dediği gibi “Her fikir otlağından taşla, demirle, sopa ile kovduğumuz münekkit, karşı fikir söyleyen, bireyin ve toplumun ilerlemesinde en etkili ve en faydalı insandır”. Burada konuyla ilgili olarak General Eisenhover'dan bir örnek aktarmak isterim. İkinci Dünya Savaşı sırasında Birleşik Kuvvetler Başkomutanı Amerikalı General Eisenhover bazı konuları tartışmak için İngiliz Generali Montgomery’den on general ister. Eisenhover bu generaller ile üç ay çalışır. Üç ay sonra Montgomery Eisenhover’e “Bizim generallerimizden memnun musunuz?” diye sorar. Eisenhover “İkisinden memnunum, diğer sekizi bir işe yaramaz.” diye cevap verir. Montgomery tekrar söz alarak, “İkisinden memnunsunuz da, diğer sekizinden neden memnun değilsiniz?” diye sorar. Eisenhover, “İki generalinizden memnunum, çünkü ikisi ortaya koyduğum fikir ve tezlerimin kendilerine göre karşıtlarını ve zararlarını savunuyorlar. Ben onların fikirleri üstünde düşünüyor ve onlardan faydalanıyorum. Diğer sekizi ortaya koyduğum fikirlerin doğru olduğunu söylüyorlar ve tasdik ediyorlar. Ama benim tasdikçiye ihtiyacım yok.” Ama biz Türk Milleti olarak tasdikçi arıyoruz, tasdikçiyi beğeniyoruz ve tasdikçiyi önemli işlerin başına getiriyoruz. Böylece kendimizi çıkmazın içine sokuyor, o çıkmazdan kurtulmak için çabalıyoruz.
     İvriz Köy Enstitüsü'nde sanat çalışmaları; yapıcılık, marangozluk ve demircilik bölümleri olmak üzere üçe ayrılmıştı. Yapıcılıkta Ali Acar gibi mesleğine âşık çok kıymetli öğretmenler görev yapmıştı. İşe başlamadan önce yapılacak iş sınıfta konuşulur, tartışılır, yazı tahtasına krokisi çizilirdi. İlk malzeme olarak kirecin süzülmesinde itina gösterilir, kireç zerrelerinden suda eritilmemiş bir parça bırakılmazdı. Kirecin su içinde erimemiş bir zerresi kalırsa, bu kirecin kullanıldığı yapının sıvası içinde çatlar ve sıvanın kalitesini bozabilirdi. Yapının yapılmasında ilk hazırlık olarak harç kumunun topraksız olmasına özen gösterilir, tuğla örerken harcın suyunu fazla emerek kuvvetinin düşmemesi için içine su konarak yeterli nemi aldıktan sonra duvara konurdu. Aletler temiz tutulur, her işten sonra aletler temizlenip, belli yerlere konurdu. Marangoz, demir ve motor atölyelerinde düz, yıldız ve takım anahtarları bulundurulur, ayrıca motor atölyesinde lokma takım anahtarı da bulundurulurdu. Hiçbir vidanın sökülüp takılmasında İngiliz anahtarı kullanılmaz, takım anahtarları kullanılırdı. Sanat çalışmaları tarım çalışmaları ile birlikte yürütülür, birbirlerine yardımcı olurlardı.
    Bir gün odamda çalışırken, sonradan Milli Eğitim Bakanı olan Mustafa Üstündağ ile iki arkadaşı geldiler. Dileklerini söylediler. Mustafa Üstündağ söz alarak, “Efendim yolun başındaki öğretmen evinin plana göre kazıkları çakıldı, ipleri gerildi, biz üçümüz bunu inceledik. İzmir Körfezinin civarındaki Sisam Adası’nda milattan önce 580 yılında doğan matematikçi Pisagor’un dik üçgenlerdeki teoremini derste öğrenmiştik. Bu teoreme göre, bir dik üçgenin dik kenarları uzunlukları karelerinin toplamı, karşı kenarın, yani hipotenüsün karesine eşittir. Bu teoremi öğretmen evinin iplerine uyguladık, köşelerin 90 derecenin altında olduğunu bulduk, bu yanlışlığın düzeltilmesini istemek için geldik.” dedi. Anlattıklarına göre, öğretmen evi plan iplerinin cepheye gelen kısmında sekiz metre, yukarı gelen kısmında 6 metre işaretlemişler, iki işaret arasının, yani hipotenüsün on metre olması gerekirken, daha küçük olduğunu ve böylece köşenin dik olmayıp, köşe açısının doksan dereceden küçük olduğunu saptamışlar. “Yan kenar sekiz metrenin karesi atmış dört metrekare, diğer kenar altı metrenin karesi otuz altı metrekare, ikisinin toplamı yüz metrekare eder, hipotenüsün karesinin de yüz metrekare olması gerekir. Yüz metrekarenin karekökü de on metredir. O halde köşe açısı doksan derece değil, daha küçüktür.” dediler.     
    Matematik öğretmenini ve birkaç öğrenci de çağırıp, köşeleri tekrar ölçtük ve yanlışlık anlaşılarak düzeltildi. Şimdi başta elli yıllık politika hayatına damgasını vuran Sayın Süleyman DEMİREL olmak üzere, bütün partilerin genel başkan ve üyelerine, sendika başkanlarına ve üyelerine, yurdunu seven bütün vatandaşlara soruyorum: Bu derecede bilim derslerinde öğrendiklerini uygulamaya koyan başka okul öğrencileri gördünüz mü? Büyük Atatürk’ün “Milletin efendisi köylüdür, kalkınma üretici olan köylüden başlamalıdır.” sözleriyle ifade ettiği köylünün gözbebeği durumundaki evlatlarının yetiştiği bu Köy Enstitülerinin kapatılmasına nasıl göz yumdunuz? Bir bölüm iftiracının sözlerine kanarak, bir İngiliz lordunun İngiliz köylüleri için söylediği, “Biz bindiğimiz hayvanın bizim gibi düşünmesini istemeyiz.” zihniyetinin ) Türkiye’de yayılmasına neden mani olmadınız? Milas’ın Kıyıkışlacık 9 Köyü'nde köyün mahalleleri susuz bırakılarak, köy suyunun bir bölümünün 1987’de köy muhtarları ve Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü ile işbirliği yaparak Baştur adlı kooperatife verildiğini, Baştur Kooperatifi’nin aldığı köy suyunu, binaları o sırada yapılmadığından kendisinin kullanamadığını ve satmak için de müşteri bulamadığından sekiz yıl süre ile denize döktüğünü duymadınız mı? Yürürlükte bulunan  Kıyıkışlacık Köyü Milas’ın bir köyü olup, M. Ali Eren’in yaşamının son durağıdır. Bu yörede de büyük saygınlık kazanmıştır. Yaşamını bu köyde yitirmiştir.
    Bu günkü köy kanununda köy bütçesi için yüz milyarlık mahsul alan bir köylü ile fabrika sahibi olan bir köylü yılda en fazla yirmi lira vermekle yükümlüdürler. Muhtarlık o kişilerden yirmi bir lira vergi isterse kanun dışına çıkmış olur. Belediyelerin mücavir alanında bulunan köylüler emlak vergilerini mecburen belediyeye verirler. Kıyıkışlacık Köyü halkı emlak vergilerini yıllardır Milas Belediyesi’ne ödediler. Milas Belediyesi kanunda olmadığı için Kıyıkışlacık Köyü emlak vergisinden ve imar uygulamasından aldığı milyarlarca liranın bir kuruşunu dahi Kıyıkışlacık Köyü’ne sarf etmemiştir. Çünkü kanun yapıcılar, her köyün kendi emlak vergisinin kendi köyüne verilmesini önlemişlerdir. Mücavir alan belediyelerinin köyden aldıkları paranın hiç olmazsa binde birini köye sarf etmeyi veya köy bütçesine aktarmayı kanuna koymamışlar veya unutmuşlardır. Otuzikibin köyümüzdeki her köylüden kanun gereği alınması gereken en fazla yirmi lirayla köy yollarının yapımı, bakımı ve temizliği yapılabilir mi? Köy halkının akşamdan sabaha kadar sivrisinek ve yakarca adlı zararlıların iğnelerinin etkisinden kurtulmak için kaşınmaları önlenebilir mi? Köy mezarlığı zararlardan korunabilir mi? Bir milletvekilimizin bir ayda köylülerin de katkısı ile oluşturulan devlet bütçesinden aldığı paranın kaç yıllık köy bütçesine denk olduğu hesaplanabilir mi?
    Neden köyden alınan emlak vergileri köy bütçelerine aktarılarak köyün yol, sağlık, eğitim gibi ihtiyaçları karşılanmıyor? Muğla Sağlık Müdürlüğü, köylerin sivrisinekten ve yakarcadan kurtulmaları için görevlendirildi. Fakat Milas’ın Kıyıkışlacık Köyü Zeytinlikuyu Mahallesine gelen bir ekip yol kenarına birkaç teneke ilaç sıktı. Böylece sivrisinek ve yakarcaların imha edildiğini nasıl iddia edebilirsiniz? Lütfen bakışlarınızı ve davranışlarınızı büyük Atatürk’ün köylüyü kalkındırmak için gösterdiği yöne çeviriniz ve köylü kalkınmasını kendi veya partiniz çıkar hesapları dışına çıkararak, bütün köylerin emlak vergisine bağlanıp, köy emlak vergilerinin köy bütçesine verilmesini sağlayınız. Bunu yapamıyorsanız, birbirine yakın köyleri içine alan belediyeler kurdurunuz ve köylünün de insanca yaşayabilmesi için belediye hizmetlerinden faydalandırınız.
    İvriz Köy Enstitüsü'nde Tarım Çalışmaları

    İvriz Köy Enstitüsü’nde uzun süre tarım başı görevini yürüten Salih Ziya Büyükaksoy, gerçek bir tarımcıydı. Öğrencilerini büyük bir aşkla sever ve onlara “Yavrularım, toprak ananın öz evladı yabancı otlardır. Kültür bitkileri toprak ananın üvey evladıdır. Öz evladı olan yabancı otları kökünden çıkararak yok edin ki, üvey evladı olan kültür bitkilerine sevgisi çoğalsın.” derdi. Büyükaksoy derslerinde bahçe ve tarla tarımının öz ana bilgilerini verir, uygulama ile onları hayata geçirir, öğrencilerin tarımda yeni keşifler yapmasını sağlardı. Sulu toprakta bahçe tarımı yaptırır, meyvelerin ıslahı için aşıyı, özellikle göz aşısını her öğrenciye yaptırır, göz aşısında kitapların yazdığı teknikleri geliştirirdi. Bir gün bana yapılmış ve sürgün vermiş bir fidan aşısını gösterdi. Öğrenci aşı yapılan fidanda dikdörtgen şeklindeki bir kabuğu kaldırmış, aşı kaleminden aynı büyüklükte üç gözlü bir kabuk çıkarıp, aynı yere yapıştırmış, üstüne de daha önce çıkardığı kabuğu koyup bağlamıştı. Aşı tutuncaya kadar yaralı kısımların hava almaması için macunla kapatması gerekirken, macun bulamamış, onun yerine bir miktar inek dışkısını elekten geçirdiği odun külü ile karıştırıp macun yapmış, aşının etrafını bununla kapatmış ve böylece aşının hava almasını önlemişti. 15 gün sonra sargı çözülüp aşı meydana çıktığında, yaralı kabukların kaynadığını ve yeni kalemden alınan üç gözün de filiz sürdüğünü sevinçle gördük. 1950 yılında S. Z. Büyükaksoy’la, Ereğli’de Çömlekçi Mahallesi İvriz Yolu üzerinde her birimiz beşerden on dekar arazi aldık. Bu araziye her ikimiz de elma fidanı diktik.
    Ben fidanlarımı Amasya’da bulunan elma fidanlığından sağladım. Fidanlık Amasya elması döllenme bakımından kendine kısır olduğundan, Amasya elmalarının döllenmelerinin tam olması için başka cins elmaların erkek tozlarından faydalanması için % 20 nispetinde ştarkin, golden, İngiliz elması fidanları gönderdiler. O zamana kadar Ereğli’de daldabir, imam elması cinsleri gibi bir kaç cins elma üretiliyordu. Ben Gaybi Köylü aşıcı Osman Avcı’ya aşılarımda kullanmak üzere bahçemden aşı kalemleri almasını sağladım. Böylece yeni ve kaliteli elma cinslerinin çoğalmasına katkıda bulundum, yardımcı oldum. İngiliz elması kısmen sarı, kısmen kırmızı, hafif mayhoş ve büyük bir elmaydı. Çocuklarım çok beğendi. Ereğli doktorlarından rahmetli Tarık Aybartuğ bu elmanın birçok hastalığın önlenmesine yardımcı olduğunu söyledi. Bir gün bahçeme geldiğimde, bu İngiliz elması ağacının yüksek bir dalına bir ip bağlanıp yere doğru çekildiğini ve ipin diğer ucunun yere çakılan bir kazığa bağlandığını gördüm, nedenini araştırdım, durumu tarım başı Salih Ziya Büyükaksoy’a anlattım. Güldü ve o tecrübe çok hayırlı bir deney için yapıldı dedi. İşe başladığım ilk günlerdeki toplantıda üzeri sırla kaplı gerçekleri insanların akıllarını kullanarak bulacakları ve yeni keşifler yapacakları sözlerimden etkilenmiş ve Salih Ziya Büyükaksoy’un bahçemdeki İngiliz elmasının özelliklerini anlatınca, aşı kalemi almak istemiş, fakat üzerinde aşı yapılacak anaç fidan sulu olduğu halde, aşı kalemi alınacak İngiliz elmasının suyu olmadığını görmüş.



Onu su vermeye zorlamak için dallarından birini kesmeyi, izin almadığı için yapmamış. Ağaca zarar vermemek için, onun yüksek bir dalını eğmek suretiyle ağacın su çıkarmasını sağlamış, böylece öğrencinin aldığı aşı kalemi suluymuş ve bu kalem de filiz vermiş. Bütün öğrencilerin, bu öğrencinin yaptığı keşif gibi, akıllarını işleterek doğanın sırlarını çözme yolunda çaba gösterdiklerini zevkle hatırlarım. Büyük Atatürk’ün biran önce demokrasiye geçilmesi ve muhalif partiler kurulması için kurdurduğu serbest fırka ve İnönü’nün gerçekleştirdiği muhalif parti kurdurulması ve serbest seçimin özünü anlayabilmek için, bazı anıları aktarmak isterim.
    Salih Ziya Büyükaksoy Cumhuriyet’in ilk yıllarında Giresun’a bağlı bir bucak merkezine öğretmen olarak atanır. Bu sırada Medeni Kanun çıkartılır. Medeni Kanunun çıkışından sonra birden fazla kadınla evlenme yasaklanır, bir erkeğin bir kadınla evlenebileceği hükme bağlanır. O yıllarda halk bilgisiz ve kültürsüzdür. Bu kanun daha önceki birden çok kadınla evlenmelerin meşruluğunu kabul eder.
    Bucak Müdürü İstanbul’a gitmek için paraya ihtiyaç duyar. Salih Ziya Büyükaksoy ve diğer öğretmenleri yanına alır, köyleri dolaşmaya çıkar. İlk köye vardıklarında muhtarla anlaşarak birden çok kadınla evli insanları bir odaya kapatır. Odaya gönderdiği adam “Ulan fazla karıları boşamadın mı?” der ve sopalamaya başlar. Köylünün fazla kadınlarını boşaması olanaksızdır. Çünkü her kadından çocukları vardır. O sırada muhtar gizlice köylünün yanına gelerek “Yahu dört altın ver de şu belayı başımızdan savalım.” diyerek, dört ya da altı altın alır. Köylüyü salıverirler. Bu paranın yarısı bucak müdürünün, yarısı da muhtarın olur. Bir hafta içerisinde bucak müdürü bu kanun ve ahlak dışı yolla seksen ya da yüz Reşat altını alır ve İstanbul’a gider. Köylü başvuracağı yolu bilmemekte ve ona yardım edecek kimse de bulunmamaktadır. İşte BÜYÜK ATATÜRK bu gibi problemleri çözmek ve Türk Halkını mutluluğa ulaştırmak için Serbest Fırka’yı kurdurmuş, fakat halk demokrasi alanında yetişmediği için, rejime karşı tavır aldığından bu parti kapatılmıştır.
     İnönü Demokrat Parti’yi kurdurmuş ve bu partinin aşırı davranışlarını hoşgörü ile karşılayarak tereyağından kıl çeker gibi ilk defa iktidarı kansız olarak Demokrat Parti’ye devretmiştir. Bartın ilimizin 27 km uzağında Kokaksu adlı tren istasyonu vardı. 1943 yılında Bartın İlköğretim Müfettişi olarak Kokaksu tren istasyonuna vardığımda, tren istasyonu çevresindeki sivil halkın yaptırdığı bütün binalarla arazilerin Yukarı İhsaniye Köyü’nden Çerkeş kökenli bir yurttaşımızın malı olduğunu gördüm. Başka hiçbir yerde görülmeyen bu durumun nasıl oluştuğunu merak ettim. Yukarı İhsaniye Köyü’nün altındaki Sarmaşık Köyü İlkokulu’nu teftişten sonra Yukarı İhsaniye Köyüne çıktım ve bir geceliğine bu zatın misafiri oldum. Beni candan karşıladı ve iyi davrandı. Ona Kokaksu İstasyonu’ndaki binaları ve arazileri nasıl elde ettiğini sordum. “Atatürk sayesinde” dedi. “Bu nasıl oldu?” diye ayrıntılarını sordum. “1926’da Kokaksu’da tren istasyonu yoktu. Tren yolunu inceleyerek bir tren istasyonu yaptırmayı düşündüm. Buradaki arazi sahipleri ile görüştüm. Kimi arazileri geçer fiyattan satın aldım, kimi arazileri de geçer fiyatın üstünden satın aldım. Bu suretle tren istasyonu çevresindeki arazilerin büyük kısmını satın aldım.    
     Atatürk’e bir dilekçe yazarak, Kokaksu’daki bir tren istasyonunun köy halkını memnun edeceğini belirttim. Köy muhtar ve İhtiyar heyeti üyeleri okuma yazma bilmediklerinden mühürlerini bir kese içinde taşırlardı. Oniki köye giderek onların mühürleri ile dilekçemi mühürledim. Sonra dilekçeyi bir zarf içerisine koyarak Atatürk’ün Çankaya’daki adresine iadeli-taahhütlü olarak postaladım. Sonra tren yolunda beklemeye başladım. Aradan sekiz gün geçti, Devlet Demiryollarından bir grup mühendis geldi, bu bölgede bir tren istasyonu yapacaklarını söylediler, ama onlar benim hazırladığım yeri değil, 5 km ilerisindeki yeri saptadılar. O zaman ben Atatürk’e yeni bir dilekçe yazarak, köylülerin çok memnun olduğunu, ancak istasyonun dağın siper yapması nedeniyle köylerden görünmediğini, istasyonun 5 km geriye alınırsa köylerden iyi görüneceğini arz ettim. Böylece yeni bir mühendis heyeti istasyonu 5 km geriye aldı. Bu suretle Kokaksu’da tren istasyonu kuruldu.” Tarım Bakanlığında Türk Tarımının, meyve ağaçlarının ve sebzelerin kalitelerinin yükseltilmesi ve az topraktan daha çok verim alınabilmesi için bilimsel çalışmalar yapılmaktadır. Bunun için Türkiye’nin her yerinde meyve fidanlıkları, meyve, sebze ve bağ geliştirme enstitüleri kurulmuştur.     
    Özellikle İzmir Zeytincilik Enstitüsü, Amasya Elma Fidanlığı Enstitüsü gibi. Bu enstitüler yerli ve yabancı uzmanların katılımı ile deneyler yapmışlar, deney sonuçlarını pratik kitaplarda yayınlamışlardır. Bütün öğretmen arkadaşlarımın, müftülerin ve cami imamlarının bilimin kadın ve erkeğe farz olduğunu dikkate alarak bu fidanlıklarla yakın ilişki kurmalarını, enstitülerin kitaplarını camilere getirtmelerini ve halka okutmalarını, cami vaizleriyle topyekûn tarım kalkınmasına katkıda bulunmalarını dilerim.
     İvriz Köy Enstitüsü’nde her hafta sınıf öğretmeni ile birlikte sınıf öğrencileri nöbet tutarlar, meydanların temizliğini yaparlar, herhangi bir yerdeki onarıma muhtaç yol, kapı vb. şeylerin onarımını hemen yaparlardı. Binaları sağlam, her yeri devamlı temiz tutarlardı. O zamanki orta öğretimde karşılaştırma yapmak için herkese saygı duyarak bir durumu açıklamak gereğini duydum .
    
    Zamanın MEB Müsteşarı Nuri Kodamanoğlu Ereğli Okullarını Denetliyor    1961 yılı yaz aylarında Ereğli Bölgesi İlköğretim Müfettişi olarak çalışıyordum. O zamanki Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Nuri Kodamanoğlu Ereğli’ye geldi. Onu o zamanki İlköğretim Müdürü rahmetli Mehmet Şişik ve Öğretmen Abdürrahim İlkokulu Müdürü Celal Set ile birlikte karşıladık. Ereğli Lisesinin o zamanki müdürü Abdülkadir Bey izinde idi ve Ereğli’de yoktu. Liseden onu karşılamaya gelen olmadı. Kodamanoğlu okulları görmek istedi. Sümer, Şehit Kâmil ve Öğretmen Abdürrahim İlkokullarının teftişini yaptı.
    Sümer İlkokulu’nda öğretmen ve öğrenci helâlarının temizliğine, sınıflardaki tarih ve zaman şeritlerinin düzgünlüğüne hayran kaldı. Kum masası üzerinde bir mahallenin evleri, caddeleri üç boyutlu olarak gösterilmişti. Bunun üzerinde önemle durdu.

    Bilindiği gibi harita fikrinin kavranmasında iki önemli fikir var. Birisi haritaya geçecek arazinin ve yapıların küçültülerek kum masası üzerinde gösterilmesidir. Bu fikir çocuklar tarafından iyice kavrandıktan sonra, kroki, plan ve haritada üç boyutu, gerçek iki boyuta indirilerek çizilmektedir. Böylece harita fikri çocuklar tarafından ezberlenmemekte, kavranmaktadır. Ben 1934 yılında İstanbul’da 7. dönem Yedek Subay Okulunda, lise, hatta üniversite mezunu birçok kimsenin harita
derslerinde topoğrafik haritaların kavranmasında çok güçlük çektiklerini gördüm. Onun için ilkokulların hemen hepsinde kum masası ya da kum havuzu üzerinde öğretmenlerin çalışmalarına katkıda bulundum.
     Bu nedenle Müsteşar Kodamanoğlu bu çalışmalardan çok etkilendi. Hele velilerle işbirliğini kolaylaştıran toplantı salonlarını görüp, inceleyince ve öğretmen Ahmet Kunt’un Eskişehir’den getirip Sümer İlkokulu yolunun iki tarafına diktirdiği çam fidanlarının yeşil sürgünlerini görünce coşkusu bir kat daha arttı ve “Ereğli İlkokulları yalnız Ereğli’nin değil, bütün Türkiye’nin örnek alması gereken iddialı okullar haline gelmiştir.” dedi. İlköğretim Müdürü rahmetli Mehmet Şişik, Sümer İlkokulu’nun o zamanki müdürü rahmetli Sabahat Akar, Şehit Kâmil İlkokulu’nun o zamanki müdürü rahmetli Süleyman Aşçı ve Öğretmen Abdürrahim İlkokulu’nun o zamanki müdürü Celal Set’i başarılarından dolayı tebrik etti. Ereğli Lisesi’ni de görmek istedi. Öğretmen Abdürrahim İlkokulu hademeleri Ereğli Lise’sinden bir yetkili aradılar, bulamadılar. O zaman müsteşar bizimle birlikte liseye gitti, hademelere okulu açtırdı, helâlardan teftişe başladı. Kızlar tuvaletine gelince yüzünün rengi değişti, çünkü iki kapının çerçevesi kalmış, çerçevenin alt ve üstündeki kontralitler kırılmış ve yok olmuştu. Kapılar yakın bir zamanda da kırılmamıştı. Bir insanın, hele gençlik düzeyine ulaşmış genç kızların, tuvalette başkaları tarafından görülmesi çok çirkin bir olaydı. Lise öğretmenleri, özellikle Ereğli’de devamlı kalan bayan öğretmenler nöbetleri sırasında olsun bu çirkin durumu neden görmemişlerdi? Alt kattaki laboratuvarı açtırdı. Laboratuvar malzemeleri ve eşyaları yerli yerine konmamış, ortalıkta darmadağınık bir halde idiler. Bu durumu bugün hayatta olan Celal Set ile o zamanki Müsteşar Nuri Kodamanoğlu ve bugün 55 ile 60 yaşına ulaşmış olan o zamanki Ereğli Lisesi kız öğrencileri bilmektedirler. İş eğitiminin yalnız Köy Enstitüleri’nde uygulandığını, ortaöğretim okullarına yansımadığını kanıtlamak için üzülerek yazıyorum. Köy Enstitülerinin bir özelliği de, pazartesi sabahları öğretmen ve öğrencinin katılmasıyla haftalık tarım-iş çalışmaları planlanmasıydı. Her Cumartesi günü de öğretmen ve öğrencilerin katılımı ile bu planlar değerlendirilir, tartışmalar yapılırdı. Yapılamayan işlerin nedeni açıklanırdı. Böylece öğrenciler serbest konuşmada ve tartışmada çok başarılı örnekler oluştururlardı.
    Öğrenci Kolları    İvriz Köy Enstitüsü’nde eğitim çalışmalarına büyük önem verilirdi. Spor koluna çoğunlukla beden eğitimi öğretmeni Nuri Hiçler başkanlık ederdi. Enstitüde basketbol çalışmalarını ilk defa Nuri Hiçler başlattı, büyük bir irade ve aşkla yorulma bilmeden spor çalışmalarını yürüttü. Genellikle 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nda, İvriz Köy Enstitüsü’nün bütün öğrencileri, öğretmen ve memurları ve aileleri Ereğli’ye inerler, Ereğli halkı ile birlikte enstitü kız ve erkek öğrencilerinin çok başarılı spor gösterilerini hayranlıkla izlerlerdi. Nuri Hiçler ile birlikte, öğrencilerin sabır ve irade kuvvetlerini birleştirmek için Bor ve Niğde’ye yaya olarak bir gezi düzenledik. Bunun için bir ay önceden öğrenciler Bor ve Niğde’nin tarihi eserlerinin durumunu bulabildikleri eserlerden okudular, bilgileri özet halinde defterlerine yazdılar. Uzun yola tahammül edebilmek için, iki defa enstitüden Ereğli’ye geldik ve geri döndük.    
     Bir Pazar günü tanyeri ağarırken 60 öğrenciyle okuldan çıktık. Üç günlük kumanya aldık, ekmekleri yolda sağlamayı planladık. Bir işçi iki eşek yükü battaniye aldı, ilk hamlede Bulgurluk Köyü’ne vardık. Öğrenciler köyde inceleme yaptılar. Oradan Çakmak Bucağı’ına ulaşıp, inceleme yaparak Aziziye Köyü’ne vardık. Oradan Acıkuyu Köyü’ne geçtik, orayı inceledikten sonra Yeniköy’de geceledik. Öğrenciler dörder kişi battaniye altında uyudular. Tanyeri ağarırken yola çıktık, Ulukışla’nın Kayadelik adlı koyun ağılı çevresine varınca, orada yetişen gevil adlı çekirdeği acı, eti tatlı bitkiden bulabildiklerimizi topladık ve öğrenciler zevkle yediler. Gevil, şifalı ve Ulukışla’nın ova bölümü topraklarında yetişen bir bitkidir. Gevil tarım uzmanlarının dikkatini çekmesi gereken bir bitkidir. Bor’un Badak ve Narazan köyleri üzerinden Kemerhisar Bucağı’na vardık.   
    Burada hâlâ kalıntıları bulunan su kemerlerini öğrenciler incelediler. Oradan Bor’a ulaştık, eski camileri inceledik. Oradan Niğde’ye geçtik ve geceyi Niğde’de geçirdik. Ertesi gün tanyeri ağarırken kalktık, saat 11.00’e kadar tarihi eserleri inceledikten sonra trenle Ulukışla’ya geldik. Ulukışla’nın o zamanki Belediye Başkanı Hasan Erdoğan öğrencilere kılavuzluk ederek, Tarihi Ulukışla Hanı’nın incelemesini yaptırttı. Oradan trenle Ereğli’ye gelip köy enstitüsüne döndük. Enstitüde bir hafta süre ile gezinin anılarını ve izlenimlerini tartışarak, geziye katılmayan öğrencilere anlattık. Enstitüde gazete eğitim kolunun başında Türkçe öğretmeni Ali İhsan Beyhan bulunuyordu. Ali İhsan Beyhan Bor’un Bahçeli Köyü’nde doğmuş, aşkını ve zihnini memleket hizmetine adamış, yorulmak bilmeyen, büyük bir azimle çalışan, öğrencilere örnek olan, kişilikli bir arkadaşımdı. Bütün Türkiye’deki orta dereceli okullarla köy enstitülerine örnek olan aylık “İvriz” adlı bir dergi çıkarırdı. Bu dergi sanat ve edebiyat alanlarında çok kıymetli yazılar yayınladığı gibi, mezun olup köylere giden öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamak ve başarılı olmalarını sağlamak için gerekli başvuru ve yazışmaları da yapardı. Nitekim emekli olduktan sonra da memleket kültürüne hizmet yolunda “Yöremizden Çevremizden Deyimler ve Atasözleri” adlı eseri ve diğerlerini yayınlamıştır. Bütün öğretmen arkadaşlarımın Ali İhsan Beyhan’ın çalışmalarını örnek almalarını dilerim. Müzik koluna müzik öğretmeni Kemal Çuhalılar başkanlık ederdi. Çuhalılar öğrencileri arasında kulakları hassas olanlara ders dışında mandolin ve keman dersleri verir, her ay öğrenciler ve çevre köy halkına müzik konseri verir ve bunları Ereğli Lisesi’nde tekrarlardı.
     Bu nedenle İvriz Köy Enstitüsü mezunu Prof. Feridun Büyükaksoy, Dedeköy’lü Emin Dedeköy ve oğlum Timur Eren’i müzik alanında yetiştirdi ve liselerde müzik öğretmeni olmalarını sağladı. Yapı koluna çoğu zaman marangozluk öğretmeni Sadık Karmış başkan olarak seçilirdi. Bu kol öğrencileri her gün kapıları, pencereleri ve her tarafı kontrol eder, kırılmış ya da bozulmuş kısımları anında onarırlardı. Ben devamlı olarak Gezi Kolu başkanlığı yaptım. Bu dönemde okulun otobüsü olmadığından, bütün gezileri açık Chevrolet kamyon üzerinde yaptım. Hatırladığıma göre Adana, Mersin, Tarsus, Beyşehir, Konya ve Ankara gezilerini yaptım. Bir yere gezi yapmaya başlamadan bir ay önce gezilecek yer belirlenirdi. Öğrenciler bu yer hakkında kitaplıkta kitap ve yazı ararlar, buldukları kitabı okurlar, kitaptan not alırlar, aralarında yaptıkları toplantılarda bunları tartışırlardı. Gezi programı yapılır ve gezi bu program içinde yapılırdı. Konya gezisi için de yapılacak programdan önce yapılan tartışmada öğrencilerin ileri sürdüklerinden hatırımda kalanları arz ediyorum: Bir öğrenci Konya’da yaşayan Mevlana’yı KAYNAKetüt etmiş ve Mevlana Konya’ya geldiği zaman Konya nüfusunun dörtte üçünün Hıristiyan, dörtte birinin Müslüman olduğunu, Mevlana’nın çalışmaları sonunda bu nüfusun dörtte üçünün Müslüman olduğunu, dörtte birinin Hıristiyan kaldığını saptamıştı. Mevlana’nın Hıristiyanları Müslüman yapmak için Hıristiyanların liderleri papazlarla ahbaplık kurduğunu saptamıştı. Bir seferinde Mevlana sevip saydığı bir papaza dönerek, “Papaz Efendi, sana bir soru sormama müsaade eder misin?” demiş. Ve onun muvafakati üzerine “Papaz Efendi, sen mi yaşlısın, sakalın mı yaşlı?” demiş, papaz da “Elbette ben yaşlıyım, çünkü sakal erkeklerde daha sonra çıkar” demiş. Mevlana tekrar söz alarak, “Papaz Efendi, bak sakalın ağarmış, nurlanmış, sen de Müslüman olsan da, nurlansan olmaz mı?” demiş. Papaz bu sohbetten memnun kalmış ve Müslüman olmuş ve ona bağlı 250 kadar Hıristiyan da Müslüman olmuş. Başka bir öğrenci, Mevlana için yapılan törene Almanya’dan gelen bir bayan uzman söz aldığı zaman, “Mevlana’nın insan duygusu üzerinde durmuş ve çok ileri bir düzeye erişmiş, Batı Almanya’da Goethe de Mevlana yolunda ilerlemiş, ancak Goethe Mevlana’nın çalışmasının yarısına kadar gelebilmiş.” diyerek, Mevlana’nın fikir alanındaki yüksek yerini saptamış olduğunu belirtmiştir.


Alt sayfalar (1): ŞAHAP GÜRLERİN ANILARI