“ Git dükkânını kur ve yaşamını devam ettir.”



KAYNAK



Enstitü düşüncesinin tarihine baktığımız zaman 1764’lü yıllara kadar uzanır.  O zamanlar İsviçre bizim gibi yoksulluğun, perişanlığın içinde bir ülke, burada bir filozof, eğitim profesörü çok zengin bir adam var. Fakat halk çok yoksul. Bu zengin filozof yoksul halka atölyeler kurarak, çorap ördürmeyi, gömlek diktirmeyi, ayakkabı tamirini ve her türlü işi öğretiyor. Öğrenenleri hayata atıyor ve diyor ki “ Git dükkânını kur ve yaşamını devam ettir.”

Köy enstitüsü düşüncesi 1750’lili yıllara dayanıyor. Daha sonra Atatürk eğitim profesörü olan Amerikalı John Dewey’i davet ediyor.  Atatürk Kurtuluş Savaşı esnasında bile kurtuluşun eğitimde olduğunu ve savaş kazanıldıktan sonra da işin hep eğitim yönünü düşünmüştür. John Dewey yaptığı araştırmalar sonucunda 30 sayfalık bir rapor veriyor. Raporun özeti halkın yüzde 85’i köylü, bu yüzde 85 köylüden okuma- yazma bilen erkek oranı yüzde 3, kadınlarda ise binde 9. Böyle bir yapıyla modern devletin kurulamayacağı raporunu veriyor.

Aynı biçimde o yıllarda Almanya’dan bir filozof bilim adamıdavet ediliyor. Onun da şöyle bir özelliği varmış: gideceğin, çağrıldığı ülkeye gitmeden önce o ülkenin yapısını öğrenirmiş. Diyelim ki ne ile beslenir? Türkler hamur işleriyle beslenir, onların mideleri çalışır, kafaları çalışmaz diye Türkiye’ye gelmek istemiyor; fakat bir asistanın gönderiyor. Asistanı da aynı düzeyde bir karar veriyor. Yani, bu ülkenin yüz 85’i köylü, bu halde siz modern devleti kuramazsınız.

Daha sonra Atatürk eğitim devrimlerine giriyor. İlk yaptığı biliyorsunuz 3 Mart 1924 eğitim birliği olan Tevhid-i Tedrisat yasasıdır. 1928 yılında Latin harflerini getiriyor ve sonra halka okuma yazma öğretmek gerekiyor. Atatürk’ün de bir düşüncesi şu: “Biz okuma yazmayı nasıl öğreteceğiz?” Diyorlar ki askerde biz askerleri eğitiyoruz, bütün bilgileri veriyoruz, onlar da diğerlerine öğretiyor. Bunu da kullanıyorlar ve hakikaten askerde okuryazar olanları köylerine götürüyorlar. Onlara 2 lira aylık verip köylerinde kurs açtırıyorlar. Kurslar sayesinde okuma yazma bilen sayısı hızla artmaya başlıyor. Bakıyorlar ki sonuç çok olumlu, eğitmen okulları açıp eğitmenler yetiştiriyorlar.

Eğitmenler köylerdeki okuma yazma seferberliğini çok daha iyi geliştiriyorlar. Bu sefer o eğitmen yetiştiren kursları Köy Öğretmen Okullarına dönüştürüyorlar. Köy Öğretmen Okulları da en sonunda 1940 yılında köy enstitülerine dönüşüyor.

1935 yılında Saffet Arıkan’ın yaptığı önemli bir icraatı da İlköğretim Genel Müdürlüğüne İsmail Hakkı Tonguç’u ataması oluyor.  Tonguç atandıktan sonra çalışmalar hızla gelişiyor. Hasan Ali Yüce Milli Eğitim Bakanı olunca TBMM’ne Köy Enstitüleri Kanunu sevk ediliyor. Bu kanunla birlikte 4 yerde 4 tane enstitü kuruluyor. O zaman oralar Köy Öğretmen Okulları. Çifteler- Eskişehir, Gölköy- Kastamonu, Kızılçullu- İzmir, Kepirtepe- Kırklareli’nde. Bu 4 enstitü kurulmuş oluyor. Aynı yıl haziran ve temmuz aylarında 10 tane daha enstitü kuruluyor. Bunları da sırayla söylersek Akçadağ- Malatya, Akpınar- Samsun, Aksu-Antalya, Arifiye- Kocaeli, Beşikdüzü- Trabzon, Cılavuz- Kars, Gönen-Isparta, Düziçi- Adana, Savaştepe- Balıkesir, Pazarören- Kayseri olmak üzere 1940 yılında 10 tane daha enstitü kuruluyor. Böylece enstitülerin sayıları 14 oluyor. Yani, 4 tane yasayla birlikte, 10 tanesi de yasadan sonra kuruluyor. 17 Nisan’da kanun çıkıyor, mayıs, haziran, temmuz aylarında 10 enstitü daha kuruluyor ve sayıları 14 oluyor.

Daha sonra başkent Ankara’da uzun araştırma yapılıyor. Köy enstitüsünün kurulacağı köy yeri saptanmak isteniyor ve araştırma komisyonu bu yerin Hasanoğlan olduğunu, burada kurulacağını rapor ediyor. Hasanoğlan’da 10 Nisan 1941 tarihi itibariyle 15. köy enstitüsü kuruluyor.  Aynı yılın kasım ayında 16. köy enstitüsü Konya-İvriz, 17. ve 18.’si de 1942 yılında biri Sivas- Pamukpınar Köy Enstitüsü, diğeri de Erzurum- Pulur Köy Enstitüsü kuruluyor. 1944 yılına gelindiğinde iki enstitü daha kuruluyor; Diyarbakır- Dicle, Aydın- Ortaklar. Böylece köy enstitüsü sayısı 20 oluyor. En sonu da 1948 yılında Van- Erciş’te kuruluyor. 

Köy enstitülerine öğretmen yetiştirmek amacıyla Hasanoğlan’da Yüksek Köy Enstitüsü açılıyor. 19 Ekim 1942’de karar alınıyor, 1 Aralık’ta kursları başlatılıyor ve yasası 24 Temmuz 1942’de çıkıyor.  1974 yılına kadar Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde 374 öğrenci öğrenim görüyor. Bunlara 121 tane öğretim üyesi ders veriyor. Bu 374 öğrencinin 313 mezun oluyor. 374 öğrencinin 39 tanesi kız. Bu 374 öğrencinin içinde ülkenin çok tanınmış yazarları, çizerleri, bilim ve siyaset adamları gelişiyor.

Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatılınca 158 öğrenci kaldıkları yerden dengi başka okullara gönderiliyorlar. Örneğin Ankara Gazi Eğitim’e, Yüksek Öğretmen Okuluna, Kız Teknik Öğretmen Okuluna, Motor Sanat Okuluna ve bir grup da Balıkesir Necatibey’e gönderiliyor. Öğrenciler okullarını gittikleri yerlerde tamamlıyorlar. 3 öğrenci de Yüksek Köy Enstitüsünde salgın hastalıklardan dolayı ölüyor.

Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü Türkiye tek Yüksek Köy Enstitüsü değil mi?

Evet. Türkiye’debaşka yok. O zaman 63 il var. Doğu’dan ağrılıklı olarak 5 il, bir de Sinop doğumlu bir öğrenci okumamış. Onun dışında her ilden Yüksek Köy Enstitüsü gelen olmuştur.  Bunlar daha önce de bahsettiğin gibi Türkiye’nin çok tanınmış insanları olmuşlardır.  Bunlardan Mehmet Başaran, Talip Apaydın köy enstitülerinin mezun ettiği en önemli yazarlardan biridir. Yusuf Ziya Bahadınlı öğretmenimiz Yozgat milletvekili seçilmiştir. Yusuf Beyin dışında birçok kişi milletvekili olmuştur. 

21 Temmuz 1946 seçimlerinden sonra Milli Eğitim Bakanı değişince köy enstitüleri devrimci, atılımcı niteliğini yitirmiş, normal klasik okullara doğru yönlendirilmiştir. Özellikle uyguladığı iş için, iş içinde, iş yoluyla eğitim anlayışından vazgeçilmiştir. Nihayetinde de 27 Ocak 1954 tarihinde “İlk Öğretmen Okulları” adını alarak enstitüler tarihe gömülmüştür.

Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kaç yılında kapandı?

27 Kasım 1947 tarihinde kapandı ve Öğretmen Okuluna dönüştü. Daha sonra Sağlık Kolu da açıldı. Hasanoğlan Köy Enstitüsünden 774 tane sağlıkçı mezun oldu. Tüm Türkiye’de 1940-1954 arasında köy enstitülerinde 6875 eğitmen, 1398 kadın, 15943 erkek olmak üzere toplam 17341 öğretmen yetişmiş. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde 213 kişi mezun edilmiş. 1599 Sağlık Kolu mezunu vermiş. 1936-1947 yılları arasında 51 milyon lira harcanmış, 1937 yılı bütçesi 250 milyon, 1947 yılı bütçesi de 1 milyar 250 milyon. O paralardan yıllık yaklaşık 5 milyon lira para harcanmış.

20 enstitüde 723 tane bina yapılmış. 100 km yollar yapılmış ve 8-10 km’ye varan uzaklıklardan sular getirilmiş. Hasanoğlan’da da yaklaşık 4 km uzaklıktan, dağdan su getiriliyor. Toplam 40 bin dönüme varan çoraklık ve bataklık araziler ağaçlandırılarak meyve sebze üretilir hale getirilmiştir. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü de buna bir örnektir.

Ayrıca Arifiye ve Beşikdüzü Köy Enstitülerinde balıkçılık geliştirilmiştir. Özellikle Beşikdüzü 1940 yılında haziran-temmuz ayında açıldıktan sonra ilk işleri kayık yapmak olmuş. O kayıkla ağlarını geliştirmişler. Söylendiğine göre 25-30 bin lira para harcanmış ve köy enstitüsü dönemi kapatılana kadar 14 bin lira kar elde edilmiş. Hem kendileri yiyorlar hem Trabzon, Ordu, Giresun’a satıyorlar. Herkes balığı 3 kuruşa yerken onlar 1 kuruşa balık satıyorlar, hem de diğer enstitülere gönderiyorlar. Ayrıca kazandıkları paraları okulun binasının, arsasının, arazisinin alınmasına harcıyorlar. 

Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde öğrencilerin günlük yaşamı nasıldı? 

Enstitülerde normal haftalık ders saatleri 44 saatti. Bunun yarısı, yani 22 saati normal işlenen dersler, geri kalan 22 saat ise 11 saati kültür dersleri, geri kalanı da güzel sanatlar, oyun, tiyatro, tarım çalışmaları dersleriyle geçiyordu.

Çocuklar bina yapıyorlar. 1946’ya kadar bütün binalarını kendileri yaptılar. Bir de Hasanoğla’nın önemli bir özelliğini söylemeyi unuttum, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünün tamamını kendinden önce kurulan 14 tane enstitü inşa etmiş. Burada 1946’ya kadar yapılan elliyi aşkın binayı her enstitüden gelen öğrenciler yapmışlar. Otuzar kişilik gruplar halinde geliyorlar, bir ay burada çalışıyorlar binayı bir ayda bitiriyorlar, tekrar okullarına dönüyorlar. Onlar gittikten sonra başka enstitü geliyor o enstitü yapıyor. Şu anda karşıda gördüğümüz şu binayı Kepirtepe’den gelen öğrenciler yapmışlar ve üzerine de Kepirtepe diye yazıyorlar ve üç-dört enstitü birden çalışıyor.  

Bir gün normal işlerini bitirememişler, bir şey derler diye gece herkes uyuduktan sonra kalkıyorlar, deniz fenerlerini yakıyorlar kendi binalarını diğer okulların seviyesine getiriyorlar. Böyle tatlı bir rekabet içinde yapıyorlar. Sonra dinlenirken saz çalışıyorlar, müzik yapıyorlar, oyun oynuyorlar, şarkı söylüyorlar, bir yere ağaç dikilecekse birlikte gidiyorlar o ağaçları birlikte dikiyorlarmış. Yani her okul kendi işini kendisi yapıyor ve çok sıkı disiplinden geçiriliyorlar.  Binada hile yapmanız mümkün değil; tuğlayı, harcı yerli yerinde kullanmanız gerekiyor. Kullanmadığınız zaman sizleri gerekli disipline davet ediyorlar. Böyle bir çalışma sistemi var.

Bir öğretmen buraya araştırmaya geliyor.  Kireç yakan bir öğrencinin parmakları tabi yanıyor; fakat aynı öğrenci öbür tarafta saz çalıyor. Diyor ki “Elin tellere basarken acımıyor mu?”,  öğrenci “Hayır, ben onu da yapıyorum bunu da yapıyorum” diyor. Bu işler severek yapılıyor.

Benim şöyle bir gözlemim var:  Biz Öğretmen Okulu mezunlarıyız, bizden öncekiler köy enstitüsü mezunları, biz bu okula geldiğimiz zaman daha başka sahipleniyoruz, köy enstitüsü mezunları geldiği zaman çok daha başka sahipleniyor. Niye? Çünkü bu ağacı o dikmiş, bu binanın yapımında onun emeği var, açık hava tiyatrosunda oynadığı oyun var, onlar oraya sahip çıkıyor ama bizim böyle bir emeğimiz olmadığı için onlar kadar sahip çıkamıyoruz.

Bu bahsettiğiniz binaları bize gezdirir misiniz? Bu binaların hikâyesini bir de sizden dinleyelim.

Doktor Niyazi Altunya bu alanda fevkalade güzel şeyler üretti ve hala geliştiriliyor. Bu Köy enstitülerinden mezun olan toplam diyelim ki 40 bin kişi bugün bu ülkenin yüz aklarıdır.

Köy enstitüleri Türk insanının dünya insanlığına armağan ettiği bir eğitim hareketidir. Evrensel bir yönü vardır. Bugün dünyanın bir sürü ülkesinde bu yöntem uygulanmaktadır ve köy enstitüleri Kurtuluş Savaşı’ndan sonra insanlığa armağan ettiğimiz en güzel eğitim hareketidir. Bizim Hasanoğlan’ı, küçücük bir köyü dünya çapında bir köy yapmıştır.  Biz Hasanoğlanlılar olarak da bu yönüyle duyduğumuz mutluluğu, onuru hiç unutmayız. Bundan sonra da unutacağımızı da sanmıyorum.

Burada bulunan üstteki pencerenin olduğu bina Hasan Ali Yücel’in okulda kaldığı dönemlerde yattığı odadır. Diğer tarafı da İsmail Hakkı Tonguç’un kaldığı odadır. Buraya geldikleri zaman bu binalarda bu odalarda kalıyorlar.

Bu binaların inşaatında çalışan öğrencilerin yaş ortalaması kaçtı?

Burada çalışan çocuklar 17 yaşlarında falan, şu ağaçlar 1941’de buraya dikilen ağaçlar. Şu mavi ladin dediğimiz ağaç 1956 yılında dikilmiş, çok özellikli renkli bir çamdır. Sonra hastalandı ziraat mühendisleri falan geldi onu biraz tedavi ettiler.

Aşık Veysel’in diktiği bir ağaç varmış.

O ağaç kurudu onlar kalmadı. Bu ünlü heykeller de Nusret Sunan tarafından dikilen heykeller; Namık Kemal, Mithat Paşa. İlk yapılan bina bu bina oluyor.  Bu binadan sonra yukarı doğru giderken karşıda bir kapı görünüyor, orası uygulama ilkokulu, yani bu okulda çalışan öğretmenlerin çocukları o ilkokulda okuyorlar oraya gidiyorlar. Bu okulun öğrencileri de oraya gidip orada uygulama dersleri yapıyorlar.  1978’de kapandı, jandarma karakolu. Şu bina ise 19 Ekim 1942’de Talim Terbiye Kurulu karar alıyor, burada bir HasanoğlanYüksek Köy Enstitüsü, yani ilk köy üniversitesinin açılmasına karar veriliyor.

Ali Bey neden Yüksek Köy Enstitüsü, Köy Enstitüsü yetmiyor muydu?

Çünkü köy enstitülerine öğretmen bulamıyorlardı.  Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde öğretmen yetiştireceklerdi, yani üniversite mezunu olmuş olacak. Diyelim ki Akçadağ Köy Enstitüsüne buradan öğretmen mezun olacak, oraya öğretmen olarak ya da başöğretmen veya idareci olarak gidecek. Yani Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünün amacı köy enstitülerine öğretmen yetiştirmek.

Bunu da nereden seçiyorlar? Hasanoğlan’dan önce kurulan 14 enstitünün son sınıf öğrencilerinden zeki olanları buraya seçip gönderiyorlar. Onlar burada 3 yıllık eğitimden geçiriliyor ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunu olarak hangi enstitüye atanacaklarsa o enstitüye gidiyorlar. Mesela bunlardan en ünlüleri kimler? Talip Apaydın, eşi Halise Apaydın, Mehmet Başaran, eşi Kayserili Hatun Birsen Başaran Hanım.

Bu bina Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünün yerleşkesi,  yani bugün ki üniversitelerdeki yerleşke binasıdır. Üst tarafı yatakhane, orta katı dershane olarak kullanılıyor..

Köy enstitüsü mezunlarını haziran ayında veriyor. 19 Ekim 1942’de bu karar verilince daha enstitüler yeni eğitime başlamışlar. Dolayısıyla mezun olmadıkları için sadece iki enstitüden mezun öğretmenler var, bunların 70 tanesi Kızılçullu’dan geliyor, 33 tanesi de Çifteler’den geliyor, toplam 103 kişi. Bu 103 kişiyi burada kursa aldılar, önce yüksek öğretime kurs eğitimiyle başlıyor. Üç ay sonra bu mezunların hepsi öğretmen hakkı olduğu için ekonomik durumları da pekiyi olmadığından ne yapıyorlar. Kurstan artık sıkılıyorlar gitmek istiyorlar. Yani yüksek okul mezunu olmak istemiyorlar. 1942 yılı 1 Aralık’tan 3 Mart’a 1943’e kadar kurs devam ettikten sonra o gün bir oylama yapıyorlar. 103 kişiden 12 kişi kursa devam etmeyi istiyor 91 kişi gitmek istiyor. Ondan sonra Tonguç kızmış, demiş ki “İkna edin.” Üç gün ikna ediyorlar, sonunda 51 kişi kalma yönünde, 52 kişi gitme yönünde oy kullanıyorlar ve o 52 kişi köylere atanarak gidiyorlar. Geri kalan 51 kişi Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünün ilk öğrencileri olmuş oluyor ve 24 Temmuz 1943’te de yasa çıkarak Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kuruluyor. Ondan sonra normal seyrine devam ediyor, kendinden önce 14 enstitü ve Hasanoğlan olmak üzere her enstitüden nüfusuna göre buraya öğrenci alınıyor. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü 27 Kasım 1947’de kapatılıyor.

Burada üç bölüm var; Köy Enstitüsü, Yüksek Köy Enstitüsü ve Sağlık Kolu var. Sağlık Kolu da 1943’te kuruluyor, iğne vurma, yaralara pansuman yapma, ilk yardım öğretiliyor. Ve o yılların salgın hastalıkları var; sıtma, verem.  Bu salgın hastalıklarla mücadele için burada öğrenci yetiştiriliyor.  Bu öğrenciler sağlık memuru oluyorlar ve bir köye gidiyor, çevresindeki 30 köye o sağlık memuru bakıyor. Orada sıtmalı mı var, veremli mi var, başka bulaşıcı hastalıklı biri mi var, onlara ilaç veriyorlar, iğne vurulacaklara iğne vuruyorlar. Sağlık Kolu, sağlık memuru yetiştirmeye yönelik üçüncü bir kol.

Sağlık bölümünün öğrencileri aynı zamanda köy enstitüsünün öğrencileri olmuyor mu?

Tabii Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünün öğrencileri de aynı zamanda köy enstitüsünün öğrencileri ama onların bölümü Yüksek Köy Enstitüsü, sağlıkçıların bölümü de Sağlık Kolu, onları doktorlar eğitiyorlar. Yüksek Köy Enstitüsünün öğretim üyeleri de Ankara’dan geliyor; Ziraat Enstitüsü’nden, konservatuardan, Gazi Eğitim Fakültesi’nden, Ankara Dil Tarih’ten, Siyasaldan geliyorlar. Öğretim üyeleri burada derslerini veriyorlar ve Ankara’ya gidiyorlar. Çoğu zaman buradaki öğrenciler dersi dinlemeye Ankara’daki Dil Tarih’e gidiyor.
Şuradaki matbaa makineleri Tonguç’un kullandığı makineler. Tonguç yazılarını daha çok burada yazıyordu. Bu bina ilk yapıldığı haliyle duruyor. Şu karşıdaki küçük binanın olduğu yer matbaa. Burası müze ve kütüphane olarak kullanılıyordu, üst katı müze alt katı da kütüphane. Halen kullanılıyor. Şu gördüğünüz binalar daha sonraki yıllarda yapılan binalardır. Bu taşlar falan ilk orijinal taşları binanın, bu bina Yüksek Köy Enstitüsü binası olarak 1943 yılında yapılıyor.  Bu ilk binadan sonra buraya yapılan iki bina da şu iki binadır. Bu bina ağaç işleri atölyesi, orman alanlarından getirilen tomruklar burada kesilerek, biçilerek kapı, pencere, tavan her türlü şeyi burada öğrenciler yapıyor.

Bu binayı Ankara Mimarlar Odası’ndan gelen mimarlar çok beğendi.  Bu bina koruma altında. Pencereden güneş alıyor, içeride gündüz ışık yakmaya gerek kalmıyor. Şu binada ilk yapılan binalardan, yine ayakkabı tamiri yapılıyor. Şurası da yemekhane,  karşı taraf da okulun arşivi.

Bunun üst katı dikiş atölyesi. Kız öğrenciler burada her türlü dikiş işlerini yapıyorlar. Erkekler de ilik açmasını, düğme dikmeyi, kendi işlerini yapmayı öğreniyorlar. Alt kısmı ayakkabı tamir yeridir. Şu alt tarafta ise elektrik motoru var, üstte de o motoru işleten, çalıştıran, Hasan usta diye bir usta, şarkıcı Berkant’ın babası.  Şarkıcı Berkant bu evde oturdu, burada okudu.

Burada hangi binalar var?

Bu bina kiler kısmı. Yiyecekler burada toplanıyor.

Ali Bey o zaman bütçe nasıl sağlanıyordu, yani bu binaların yapılmasına kaynak nereden sağlanıyordu?

Devletimizin 1937’deki yıllık bütçesi 250 milyon lira, 1947’de de devlet 1.250 milyon bu 1937’den 1947’ye kadar bu 21 tane enstitüye, hatta 20 tane enstitüye çünkü Van’daki 1948’de açıldığı için o sonra katılıyor. Bu 20 enstitüye 51 milyon lira para harcanmış devlet bütçesinden, bu para da burada çalışan bütün öğretmenlerin maaşları dâhil, bütün öğrencilerin yediği, içtiği, giydiği, alımı, satımı dâhil 800’e yakın bina yapılmış.  Bu binaların yapımları dâhil 51 milyon lira para harcanmış, yani siz 1936’dan 1947’ye 11 yılı 51 milyonu 11’e böldüğünüz zaman yıllık 5 milyon liralık bir bütçeyle yapılıyor. Ama ne yapıyor. Diyelim ki kamyonuyla taşımayı okul öğrencileri yapıyor, hiç para verilmeden. Elbise dikimini çocuklara öğretmişler, elbiselerini kendileri dikiyorlar, dışarıya para vermiyorlar. Arifiye ve Beşlikdüzü Köy Enstitüleri balık üretiyorlar, onu kendileri yiyorlar, diğer enstitülere gönderiyorlar, satıyorlar oradan aldıkları paralarla enstitüyü yapmaya çalışıyorlar.

O zaman enstitünün kurulduğu yer de önemli?

Mesela burada hayvancılık gelişiyor. Yoğurt, süt elde ediliyor.  Başka yerde kiremidini, tuğlasını kendi yapıyor.  Kiremide para vermiyor.  Yani böylelikle devlete çok büyük yük olmadan bu okullar sağlanıyor. Bugün bunu trilyonlara yaptıramazsınız.  Mesela şu yerleşke binasını bile yaptıramazsınız, mümkün değil. Çünkü o gün o çocuklar kendileri yapıyorlardı.  Beğenmedikleri yerleri söküyorlar bir daha yapıyorlardı, hiçbir şeyi boşa harcamıyorlar. Öğrencinin biri şurada iki kürek harcı harcamamış, herkes gidiyor diye yemeğe gitmiş, müdür yakalamış onu pataklıyor, “Sen o harcı harcama lüksüne sahip misin?” diye, yani o iki kürek harcı bile kullanman gerek diye. Böyle bir disiplin var.

O dönemim çocukları savaştan sonra en büyük düşman olan cehaletle savaşmışlar.

Büyük bir savaş var dünyada, cehalet savaşının yanında büyük bir yoksulluk var. Yukarıdaki o zarflarda her öğrencinin bilgileri var, onları saklıyoruz. Bu bina kooperatif binası, burada diğer ihtiyaçlarını gideriyorlar.  Bir ara demir atölyesi oldu, üstte oturan bir memuru veya burayı çalıştıran insan olurdu. Şu karşı bina dershane, yine o dönemde yapılmış ama şuralar köy enstitülerine ait değil. Şu karşı bina köy enstitülerine ait, bu binanın alt katında fırın var, diğer kapıları sonradan eklendi.

Öğrenciler o zaman kendi ekmeklerini kendileri pişiriyorlardı.

Fırıncı vardı tabii, öğretmenler de ekmekleri oradan alıyorlardı. Burası da Mualla Eyüboğlu hocamızın yaptığı hamam.  Bu hamamı belli günlerde öğretmenler eşleriyle kullanırdı, belli günlerde öğrenciler kullanıyordu. Daha sonra köylüye de açıldı, şimdilerde yıkılmaya yöneldi. Bunun mimarisini Sabahattin Eyüboğlu’nun kız kardeşi Mualla Eyüboğlu’nun yaptı.  Bu hamam buradan devam ediyor, şurada ocakları falan var, aslında buralarda koruma altında ama koruyamıyorlar.

Koruma altında derken restorasyon çalışmaları mı yapılacak yoksa sadece böyle olduğu halde mi kalacak, bir plan var mı?

Aslında restorasyon yapılması lazım.  Mesela öğrenciler bu tuğlaları hep kendileri yapmış. Bu binada şu anda konferans salonu olarak kullanılmaktadır. Burada bir ara Ankara’dan bir kız kemanla konser vermeye geliyor.  Bu kızı da bir öğretmenimize emanet ediyorlar, o da konseri çok severmiş, ön sıradan sandalyesini kapmış müdür bile gelse ben buradan kalkmam diyor ve müdür de geliyor.  Tesadüf bu kız sana emanet, bu kıza bakacaksın diyor.  Kız da o anda tuvalete çıkacağım demiş, çıkmış kıza çabuk ol benim yerimi kapacaklar demiş.  Bir de geliyor çıkıyor sahneye çıksa çıksa o kız, adı Suna Kan. Bu binada üst katında Ankara’dan gelen öğretim üyelerinin yemek yedikleri yer, alt katı da ders verdikleri yer.

Biz de müzik derslerimizi burada yapardık.  Piyanomuz vardı. Buraları düzeltmişler, koruyorlar. Aspendos ve Efes’ten sonra, Anadolu’da üç bin yıl sonra ilk defa bir amfi tiyatro kuruluyor. Etkinliğin yapıldığı bu amfi tiyatro 1943’lü yıllarda Mualla Eyüboğlu tarafından Anadolu’da yapılan ilk açık hava tiyatrosu ve o günden bugüne de tüm etkinlikleri burada sürdürülmektedir. Son yıllarda aslına uygun olarak restore edildi ama yine de özelliğini koruyor. Burada güreşler, tiyatro oyunları, diğer Ankara’dan gelen ya da Türkiye’nin diğer enstitüleri, diğer öğretmen okulları geliyorlar, buralarda güreş yapıyorlar. Burası özel bir yer olduğu için şu ağaçların dikimi bile buraya desen kazandırıyor.  Hepsi belli bir düzen içinde dikildi, rastgele dikilmedi.

Bu üç tane de çam ağacı açık havanın sahnesine girilen üç alanı temsil ediyor. Bu ağaçlıklarda bu düzenlemenin bir parçası ama bakım yapılmadığı için zamanla bozulmuş. Şuradaki düzende ağaçlarla bir yol çizilmiş. Burası bu enstitü kurulmadan önce bir tane bile çalı ağacı olmayan bir yer. Buralarda hiçbir şey yok, çiftçilik yapılıyor, buğday ekiliyor o kadar.  Böyle bir toprak alanıydı, şimdi içine bulunan ağaçlarla Hasanoğlan köyünün akciğeri.  Yani biz bu ağaçlar sayesinde yaşıyoruz, temiz hava alıyoruz.

Son yıllarda bizim burada kireç ocakları çıktı.  Bu kireç ocaklarının pisliğini bu ağaçlar sayesinde en aza indirdik. Şurada üç tane çınar ağacı var, iki yıl önce ziraat mühendisleri bir araştırma yaptılar.  O ağaçların Tonguç tarafından dikildiği söyleniyor ve hemen hemen yüz yaşını aşkın. Çınar ağacı 850 yıl yaşayan bir ağaç, uzun ömürlü bir ağaç.

Burası da elektrik üreten motor atölyesi.  Burada çalışan Hasan Usta sadece bu enstitünün değil diğer enstitülerinde elektrik motorlarını falan tamir ediyordu. Diyelim ki Kars’taki motor bozuldu, yapamıyorlar, buradan direktif veriyor, yine yapamıyorlarsa Hasan Usta Kars’a gidiyor, onu yapıyor geliyor. Adana’da Düziçi’ninki bozuluyor buradan telefonla haberleşiyorlar, yapabilirlerse yapıyorlar, yapamazlarsa Hasan amca aynı zamanda oraya gidiyor. Samsun’daki Akpınar’a gidiyor böylece bütün enstitülerin elektrik işlerini yapıyor. Bu Hasan Amca 1963 yılında kendini eve asarak intihar etti, mezarı buradadır. Hasan Usta (Hasan Akgürgen) eşiyle çocuklarıyla 1963 yılına kadar burada yaşadı. Alt tarafı elektrik atölyesi, üst tarafı da evleriydi. Aynı zamanda Berkant’ın babası.

Öz olarak Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü 600 dönüm arazi üzerine kurulu,  üst tarafında bağlar ve elmalıklar yer alıyor.


VİDEO


KAYNAK_ 2