İŞTE O KÖYLERİN ÇOCUKLARI...

BİZİM KÖY

   











































Yiyeceğiniz, giysiniz, eviniz sağlıklı değilse,  sağlıktan öte yoksa, kış geçirilmesi en zor mevsimdir. Hayatın en güzel mevsiminde; çocuklukta bu zorluklar yaşanırken gencecik bir öğretmen çözüm arayışlarıyla gelir. Bu kişi Mahmut Makal’dır. Varlık dergisine yolladığı “Bir Köy Öğretmeninin Notları” yazılarından oluşan kitabının ismini “Bizim Köy” koyarak daha başta ülkemiz insanını anlattığını vurgulamakta. Sizlere kitabın bazı bölümlerini aktardığım yazıda göreceksiniz ki, köy enstitüsü mezunları öğretmen olarak gittikleri köylerde her şeye temelsiz bir ortamda başlamaktaydılar. İşleri zordu çünkü en başta zihniyetlerde temel atmak gerekiyordu.
    Mahmut Makal 1943 yılında, 17 yaşında, İvriz Köy Enstitüsü’nden mezun olup doğup büyüdüğü köylerde öğretmen olarak göreve başlar. Göreve başladığı yokluk içindeki bu orta Anadolu köyünde, özellikle kış ayında en çok zarar gören çocuklar olur. Sağlık görevlisi arkadaşıyla, on üç köyden yalnızca Şubat ayı için ölüm kağıdına yazdıkları çocuk sayısı yüz yirmidir.  Bu ölümlerin nedeni soğuktan güç alan çocuk hastalıklarıdır. Köyün kadınları ve kızları soğuk karşısında güçlü olmak, çocuklarını korumak için yaz kış demeden sığırların peşinden giderler. Evleri ısıtan tezek, üstüne titrenilen bir kutsallığa sahiptir.
    Süzgün yüzler ve sönük gözlerin en önemli nedeni, yılın bir dönemi kaynayan otlarla beslenilmesidir. Kış sofrasının başyemeği bulgur bahar gelmeden tükenir. Çoğu evde bulgurun yanı sıra ekmek de tükenir. Mayıs ayında ekilen kabak ve pancar ağırlıklı sebzeler ağustosta yetişir, ekimde kesilir. Ve bu aylarda evlerde öğle-akşam yenilir.
    Köylü, on kuruş kazanacağını umduğu bir işe on günlük emeğini koyar. Satabileceğiyse topladıkları yumurta, tavuk,  ve kimi zaman bir çuval çavdardır. Çoğu kişinin tarlası olmadığından ağalara ırgat olur, ekini olmayanların kimileri de başka ovalara çalışmaya gider.
    Yazarın çocukluğu ve gençliği de üç göz dam iç içe bir evde geçer. Ahır evin arka bölümünde, samanlık da ahırın iç yanındadır. İpini koparan inekler samanlığa geçince ne bulursa yer, bir şey şey bulamazsa her şeyi kırıp döker. Yazar “Yüreğimin bir köşesini de, bu bozuk düzen yakıyor. ‘Bu işleri sen düzelteceksin. Köyü kalkındırmaya kendi evinden başla. Bunu da yapamazsan, ne anladım ben senin okumuşluğundan’ diyorum kendi kendime. Gerçi, her şeyi elimden geldiğince düzeltmeye çalışıyorum, ama yine de şöyle yanıtlıyorum içimden: ‘Ne yapayım, önce bir yapı ister, onun için de para!”[1] der. Kazandığıpara, cebine girmeye vakit bulmadan gider.
    İşbirliğine dayalı verimli bir ortaklık olabilecek kooperatifçilik, köylünün para alırken, işinde ilerleme düşüncesiyle hareket edememesi nedeniyle verimsiz bir sonuca yol açar. Çünkü Tarım Kredi Kooperatifleri’nden alınan paralar eski borçlara yatırılıp kısa bir dönem rahatlama sağlarken yıl sonunda faizle iki katına çıkan borçlar ödenmez bir hale dönüşür ve köylüye icra gelir. Yazarın kendi köyündeki kooperatife dair söylediklerine bakalım:“Kooperatifin biri de bizim köyde. El aman diyorlar, ama yine de borçlanmaktan vazgeçmiyorlar. Oradan alıp oraya yatırmakla geçiyor zaman. Gereksinimlerin başında öküz almak geliyor. Bir çift öküz 600 liraya. Üç taksitte ödeniyor. Daha sen ikinci taksiti ödemeden, bir de bakıyorsun, öküz sizlere ömür! Ot olmadığından, doğudan gelen bu hayvanlar burada yaşayamıyorlar. İşin yoksa bir tana daha al, borcun bir kat daha katmerlensin.”[2]
    Ziraat Bankası yoluyla tohumluk buğday dağıtılır ancak köyden tohumu almaya gidenlerden sadece dört kişi 105 kilo tohumla gelirler. Diğerleri önemli, sıkı gereksinimlerini karşılamak için tohumlarını alır almaz satıp yine borçlanır.
    Makal’ın yaşadığı köy ile öğretmenlik yaptığı köye yürüyerek on saatte gidilebilmektedir. “Yılda beş altı kere bu yolu tepmek düşer bize. Eşekle gitsek ölümden beter… Yaya gitsek daha ehven… Yük olmadığı zamanlar yaya gider gelirim ve on, on bir saatte alırım yolu.”[3] Yaşadığı toprak tabanlı, taş kemerli, is kokulu, is sıvalı köy evinde mutfak, sofa, yatak, her şey bir aradadır çünkü ev tek bir odadır. Bu odanın ortasında kışın her sabah tezek yakılan, tandır denilen bir çukur vardır.“Tandır yanarken, islenmedik bir yer kalmaz evde. Dışardan bakarsan, duvarlar bir frengili yüzünü andırır. İçeri girersin, tavan da, duvarlar da zifttendir.”[4]  Bu zift, köyün muhtarı için mührünü bastığı tükenmez bir ıstampadır. Köydeki evlerde ısınmayı, yemek pişirmeyi sağlayan tandırın çevresine kışın yataklar konur. Geceleri nerdeyse bir tandırda on altı ayak birleşir. Bir başka çukur da evin dışında kazılmıştır; çevresine iki sıra yalınkat taş dizilen tuvaletler. “Hele evler yüksekte, helalar alçakta olduğu için, her şey ayan beyan seyrediliyor evlerden.”[5]
    O zamanlar radyo pahalı, televizyon zaten daha yok, saat de lüks ancak köylü pratik çözümleri bulmuş. Keçi kuyruğuna bakarak hava durumu saptanmakta, cami kapısındaki işaretle saat tahmin edilmekte. Köylü namaz vakitleri dışında zamanla ilgilenmemekte. “Bizim köylü, dine hizmet için yaratılmış. Ama dinin birlik, dirlik, sevgi, saygı gibi insanları günlük yaşamlarında ve ilişkilerinde doğruluğa, olgunluğa götürücü yanlarına ilgi göstermezler. ‘Kalpte şükür, dilde zikir…’ Örneğin abdest temizliktir, deriz. Oysaki burada adam abdest alıyor, elinin ayağının kiri şöyle bir ıslanıyor, sonra yeniden kuruyor. ‘Yahu, aptesten amaç temizlik’ demeye gör, ‘Gâvur oldun işte’ diye yapıştırıverirler.”[6]
    Ellerin yıkanmadığı aylardan biri de hasat zamanıdır. “Hoş, zaten ellerde yıkanacak hal mi var? Parmakların bütün boğumları yarık. Hele elle birleştikleri yer!... Bütün çaput sarılı. Yemek de öyle yenir. Kir desen, elin kendi kalınlığı kadar var. El, suya değmeyince, yüzlerin hali ne olacak? Dudaklar tekmil yalama. Tıraş yok. Genci sakallı, kocası sakallı. Kir, saçı da yapıştırıyor, sakalı da.”[7] Yazar, yeni ağaç kaşıklar getirir köylülere ancak bunlar saklanır yine kırk yıllık, kömür gibi kara, kimi çatlak, kimi sapsız ağaç kaşıklarla yemekler yenilir,“bunların ne kötülüğünü gördük?”  denilir.    
    Mahmut Makal, elli öğrencisine bir anket yaparak evinde yıkanma yeri olanları sorar. Yalnız bir çocuğun evinde yıkanma yeri vardır. Ve öğretmen olarak kendisinin durumu da farklı değildir. Taşıt olmaması nedeniyle her zaman ilçeye yolu düşmediğinden yıkanma işini köyün aydın kişisi Gani Çavuş’un ahırında yapar. Hayvanların nasıl ölmediğine şaştığı, buz gibi suyun üstüne sızdığı ahırda yıkanmak dediği de kirini kabartmaktır. Evinde soba olmadığından bir testi su saatlerce ocağın üstünde durarak ılır. Ilıyan havaları fırsat bilen kadınlarsa duvar diplerine seriliverirler. “Fes bir yana, yemeni bir yana. Yatarlar birbirlerinin dizine. Hiç usanmazlar akşamlara kadar, bit ayıklarlar. Çatlat ha çatlat! ‘Korkmayın, tüketiriz kökünü diye!’ “[8] Başlarında taşımayacakları kadar ağır fesler, yazmalar, püsküller, pullar, boncuklar olan kızların, yazın ekin tarlasına, çift sürmeye giden ayaklarıysa çatlayıp taş kesilir, kirden gözükmez. Birçok kız on beşinden önce evlendirilir. Evlenir evlenmez hastalanırlar, iki yıl içinde çöküp giderler. Evlenmek oğlanlar için de yıkımdır çünkü kızlar pazarlık edilerek para karşılığı verilir. Ve bebeler, çocuklar… Yazarın doğup büyüdüğü Demirci köyünde doğan çocuklarda ölüm oranı % 36, öğretmenlik yaptığı Nurgöz köyünde bu oran % 41’dir. “Köyde çocuk bakımı bilgisi hemen hemen yok gibidir. Zaten olsa bile yaşam koşulları, geçim zorluğu, bu bilgiyi uygulama olanağından köylüyü yoksun kılıyor. Doğumun daha ilk günlerinde çocuk, mikrop alıp ölmemişse, besinsizlikten zayıf düşüyor. Kışın soğukta iyi ısıtılmadığından ya da duman ve havasızlıktan ölüyor. Yazınsa, anasının çocuğuyla uğraşacak vakti yoktur. Herkes gibi o da, sebze bakma, arpa yolma, ekin biçme, harman gibi, bahardan başlayıp güz sonuna dek sonsuza dek süren türlü çalışmalara katılarak, sabahtan akşama kadar didinmek zorundadır. Ana, çocuğunu seleye koyarak sırtına vuruyor. İş yerinde akşama kadar uğraşırken, çocuk da Allah’ın kırında, bir köşede ağlayıp duruyor. Kadın, ancak bir kere ayakta şöyle bir emzirir. O da sütü varsa. Çoğu anaların, iyi beslenmemeleri yüzünden sütleri de gelmez. Ne yiyorlar ki, süt yapsın: Hıyar ekmek, soğan ekmek, olmazsa yavan ekmek…”[9]
    Mahmut Makal’ı öğretmen olarak gittiği köyde, okulun duvarları vardır ancak üstü açıktır. İki ay öğrencilerine camide eğitim verir. Öğrencilerin büyük kısmı, ağırlıklı olarak kızlar sabah erkenden, sağlığa zararlı bir yapıya sahip ahır olan mahalle mektebine gitmeleri nedeniyle okula geç gelirler. Köylü yoksuldur ama mahalle mektebinin hocasına her Perşembe, tütün, sahan sahan bulgur, kuru fasulye, buğday verirler. Makal, öğrencilerine gerekli telkini yaparak etkili olur. Çocuklar okula gelirler ancak bir  kısmı yine de erkenden mahalle mektebine gider.
    Tombul çocuk yoktur sınıfta. Sağlıklı beslenememelerinden ötürü daha on yaşında elmacık kemikleri çıkık, boyunları bükük, bakımsızdırlar. Bakımsızlık öğrenim gördükleri yerde de sürer. Okulun fiziki koşulları iyi olmadığından iyi havalar dört gözle beklenir. Öğrencilerin dört gözle beklediği bir diğer şey de öğretmenlerinin okuyacağı yazılar, öykülerdir. “Öyle ki, çok akşamlar, işimi gücümü bırakıp, onlar için yazı bulup okuyorum. Çağırıp dört gözle bekliyorlar. Sesli okumaktan, az çok dil damak yorulsa da, onların beğendiklerini, bir şeyler öğrendiklerini gördükçe, yorgunluğumu unutuyorum.”[10]
    Makal, Mayıs’ta okul tatil olunca kısa süreliğine köyden ayrılır, Haziran’da döner, okulu onarmaya çalışır. Öğrencileriyse nadas zamanı olan bu tatil süresince çift sürerler, öküzleri otlu yerlerde güderler, tarlada yatarlar. Ve öğretmenlerinin geldiğini duyar duymaz onu görmeye giderler.
    Varlıklı olmak köyde muhtar olmanın ilk koşuludur. Ardından hısım ve akrabalarınızın fazla olması gereklidir. Ve yolunuzu gözleyip size el açacak, yoksul, bağımlı olacak insanlar… Böyle bir durumda elinizden gelmese de muhtar olabilmektesiniz. “Köylerin çoğunda, askerlikte çat pat okuyup yazma öğrenmiş, geniş görüşlü kimseler bulunduğu halde, çok kere muhtarlar, cahiller arasından seçilir. Muhtar oldun mu, ağalık biraz daha büyür, fakir fukaranın boynu, biraz daha incelir.”[11]
    Kitapta belirtilen köylünün yaşadığı bu olumsuzlukların bir kısmını yazarın kaleminden sizlere aktardım. Mahmut Makal, olumsuzlukları tüm gerçekliğiyle aktarmakta, sorgulamakta, çözüm yolları bulmaya çalışmaktadır. Bu ilk kitabıyla bir başyapıt ortaya koyduğunda daha yirmi yaşında; genceciktir. Genceciktir ama kendisi de orta Anadolu’da bir köyde doğup büyümüş ve öğrenim görmüştür. İşte kaleminin gerçekliğinin başlıca nedeni budur. Okuma ve yazma çabası, çalışkanlığı, cesareti ise kendisini farklı kılmaktadır. Ne de olsa o, toplum yaşamını ileriye götürecek olan bir köy enstitüsü mezunudur. İşte farklılığı buradan gelmekte; bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmayacağını çok iyi bilmektedir. Bilgininse başta kendi aklıyla okuyarak ve deney yoluyla, gerçekliğe dayanarak; bilimsel düşünceyle edinileceğini birebir uygulamalarla yer alan köy enstitüsünde öğrenmiştir. Bu öğrenmede ‘iş için, iş içinde eğitim’ ilkesiyle yaşadığı coğrafyanın, toplum yapısının, sosyo-ekonomik koşullarının geliştirilmesi hedeflenmiştir.

   Devrimler hayata geçirilirken nüfusumuzun %80’i köyde yaşadığından ve okuma yazma oranı da düşük olması nedeniyle Gazi Mustafa Kemal, Köy Enstitüleri’nin kuruluş yasalarını çıkardı. Önerdiği projede, öncelikle askerliğini çavuş olarak yapmış erler köy öğretmeni olarak yetiştirilerek kendi köylerine öğretmen olacaklardı.  Ve projenin uygulanmasıyla kendi köylerine öğretmen oldular. 1940 yılında açılan köy enstitülerinden biri olan İvriz’den mezun olduktan sonra göreve başlayan, gözlemlerini, tespitlerini ve çözüm önerilerini yetenekli kalemiyle okura aktaran Mahmut Makal’ın bu kitabı, dönemin politikacıları tarafından önemsenseydi yaşanılan birçok olumsuzluk çözümlenebilirdi. Bu konuda “Bizim Köy” kitabına önsöz yazan Adnan Binyazar’a bakalım: “Sonradan ‘Bizim Köy’ adıyla kitaplaşacak ‘Bir Köy Öğretmeninin Notları’ Varlık dergisinde yayınlanmaya başladığında Cumhuriyet yirmi beş yılını doldurmuş, bu sürede bir kuşak yetişmiştir. Cumhuriyet ilan edildiğinde on beş yaşında olanlar, yönetimi ellerinde tutmaktadırlar. Cumhuriyetin başarısından da başarısızlığından da  onlar sorumludur. Ne var ki, bürokrasi sarmalında eleştirilmeyi içine sindiremeyen kişiler, Atatürk’ün, gerçeği dile getirme söyleminin tam tersine, gerçeklerin dile getirilmesinden korkmuşlar; bu korkuyla, gelişmeye yönelmiş çağdaş düşünce akımlarının önünü tıkamışlardır. Öyle ki, dışsal eleştiri bir yana, kendi içlerinden, onlara sorumluluklarını anımsatanlara bile düşman kesilmişlerdir. Türkiye’de demokrasinin gerçek anlamda yerleşemeyişinin nedeni budur. Oysa böyle bir tutum, Cumhuriyet anlayışıyla taban tabana zıtlık gösterir. Devrimleriyle Cumhuriyet’i kurumlaştıran Atatürk’ün ortadan silip süpürmek istediği yalnızca kör inanç değildir, aynı ölçüde bu kör döngüdür de. O’nun ‘Gerçeği söylemekten korkmayınız!’ sözü erki elinde bulunduranlarca kulak ardı edilmesine karşın, Makal, bu ilkeyi, köy yaşamından somut gözlemlerle kanıtlayarak, Türk insanının gerçeğini dile getirmekten kaçınmamış, yaşam boyunca bu uğurda geri adım atmadan savaşmıştır.”[12]