Yurdun öz sahiplerinin hikayesi: Köy enstitüleri..

"KÖY ENSTİTÜLERİNİN KURULDUĞU YERLERE BİRER MEÇHUL ÖĞRETMEN ANITI DİKİLMELİ VE HER KURULUŞ GÜNLERİ, 17 NİSANDA SAYGI DURUŞUNDA BULUNMALIYIZ. UĞUR MUMCU"
(Arşiv: Köy Enstitüleri Bir Meçhul Öğretmen Belgeseli, Tarık AKAN)






40 kişiydiler, hepsi yoksul köylü çocuklarıydı. Eskişehir’e kimi ana-babasıyla kimi yalnız geldi. İlkokulu bitirdikten sonra Çifteler’e öğretmen okulu açılıyor diye duymuş, babalarının zar zor topladığı 30 lirayı kayıt için verip soluğu Eskişehir’de almışlardı. Beş yıl orada okuyacak, öğrenecek ve köylerine öğretmen olarak geri döneceklerdi. Hızla büyüyecek bir eğitim ordusunun ilk neferleri olduklarından haberleri yoktu. 1937 yılıydı, yoksulluk diz boyuydu. O gün yırtık çarıkları yamalı elbiseleri ile mahzun fotoğraflar çektirdiler.
Kayıt oldular, saçları üç numara kesildi, bit taramasından geçirildiler. Kamera karşına bu sefer, okul yılları boyunca sırtlarından çıkarmayacakları gri üniformaları ile geçtiler. Yeni bir hayata başlamak üzereydiler. Kurtuluş 15 yıl önce gerçekleşmiş ama ülke yoksulluk ve cehaletten kurtulamamıştı. Ne dil devrimi ne de okuma yazma seferberliği köyün gelişimine yetmemişti. Ülkenin nüfusu 16 milyondu, okuryazar sayısı ise sadece 2,5 milyon. Yani 7 kişiden sadece 1’i okuma yazma biliyordu. Nüfusun yüzde sekseni köylerde yaşıyordu ve devrimler, henüz kırk bin köyün sınırları içine sokulamamıştı. Çocukların geldiği Anadolu, cehalet içinde kıvranıyordu.
İlk eğitmenler askerler oldu
Devrimin önder kadroları 1935’te CHP’nin dördüncü kongresinde, köyün kalkınması için önlem almaya karar vermişlerdi. Bu cehaleti yenmek istiyorlardı ama nasıl? Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan çözüm arayışları arayan Mustafa Kemal’e, “Elimde para var fakat eleman yok.” diyordu. Çözümün ilk ışığı bu ikilinin yaptığı görüşmede yandı. Mustafa Kemal içinden yetiştiği camiayı, askeriyeyi devreye sokmayı düşündü. “Erlerin eğitimini yaptırdığımız çavuşlardan, bu konuda da pekala yararlanılabilir.” dedi. Askerliğini çavuş olarak yapmış okuma yazma bilen gençleri kendi köylerinde eğitmen olarak görevlendirmeyi düşündüler. Mustafa Kemal’in adını koyduğu projenin başına İsmail Hakkı Tonguç getirildi. Tonguç, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde el işi hocasıydı. Özellikle köyde eğitim konusunda araştırma ve çeviriler yapmıştı. O günden sonra, ilköğretim genel müdür vekili olarak hizmet verecekti. Orduda çavuş ve onbaşı olarak askerlik yapmış 85 kişi, köylerinden çağrılıp Eskişehir Çifteler’de eğitime alındı. 6 ay kurs görecek ve köylerine dönüp çocuklara temel eğitim vereceklerdi.
Eğitmen projesinden bir yıl sonra çavuşlarla bu işin uzun süre yürüyemeyeceği anlaşıldı ve köylere öğretmen yetiştirmek üzere özel bir okul kurulması kararlaştırıldı. İlk eğitmen kursunun açıldığı Çifteler, bu okul içinde merkez olarak seçildi. İşte ilk kırk öğrenci, bu iklim içinde okula geldiler.
Hasan Ali Yücel farkı
İsmet İnönü cumhurbaşkanı seçilince kabineyi, Celal Bayar kurdu ve milli eğitim bakanlığına Hasan Ali Yücel getirildi. Yücel, hayatını eğitime adamış bir felsefe hocasıydı. Bakanlıkta tam bir devrim yaptı. Üniversiteler kanunu çıkartarak özerkliği güvence altına almaya çalıştı. Dünya klasiklerinin çevrilebilmesi için bir tercüme okulu kurdurarak beş yüzden fazla eserin Türkçeye kazandırılmasını sağladı. Ama onu ölümsüzlüğe kavuşturacak asıl projesi köy enstitüleri oldu. Yücel’in, Milli Eğitim Şurası’nda tartışmaya açtığı bu proje, Cumhuriyet’in en önemli hamlelerinden biriydi. Yücel, bir yasa tasarısı hazırlatarak ülkeyi, tarım koşullarına göre, her biri üç dört ili kapsayan 21 bölgeye ayırdı. Bu 21 bölgenin en uygun yerlerine köy enstitüleri kurulacaktı. Enstitüler şehirden uzakta olacak ama mümkünse tren istasyonuna yakın bir yere kurulacaktı.
Bilgiyi iş haline getirerek uygulayan bir eğitim sistemi
Bu enstitülerde, köyün kalkınması için gerekli öğretmenler yetiştirilecekti. Ancak öğretmen sadece okuma yazma öğretmekle kalmayacak aynı zamanda köylüye modern tarım tekniklerinden marangozluğa klasik müzikten hasta tedavisine kadar her konuda eğitim vereceklerdi. Bir anlamda yerel önder aydınlar yetiştirilecekti. Böylece köylerin kalkınmasının sorumluluğu, o bölgenin içinde yetişmiş aydın köylülere emanet edilecekti. Bu, hem geri kalmış bölgeleri kalkındıracak hem de muhtemel bir göç hareketini önleyecek bir projeydi.
Okulların adı enstitü kondu çünkü bilgiyi iş haline getirerek uygulayan bir eğitim sistemi öngörülüyordu. Hasan Ali Yücel, bu seferberlikte omuz omuza çalışacağı yol arkadaşını belirledi. İsmail Hakkı Tonguç’u vekaleten yürüttüğü göreve asil olarak atadı. Tonguç zaten Alman ve İsviçreli eğitim bilimcilerin fakir çocukların okutulması ve el becerilerinin artırılması konusundaki kitaplarını tercüme etmişti. Bu yaklaşımları 1940’lar Türkiye’sinin koşularına uyarlamış ve iş içinde eğitimin ideal çözüm olduğuna kanaat getirmişti.
Yasa mecliste ret almadı fakat…
Yücel, Tonguç’u ülke çapında bir keşif gezisi yapıp rapor hazırlamakla görevlendirdi. Tonguç, çeşitli bölgelerde yaptığı gezilerle durumu saptadı. Enstitülerin yerleri belirlendi ve 1940 baharında yasa meclise geldi. Bakan Hasan Ali Yücel’in cesaretle savunduğu yasa, mecliste ret oyu almadı fakat 38 kişi oylamaya katılmadı. Bu, yasaya karşı bir muhalefetin varlığını gösteriyordu. Oylamaya katılmayanlar arasında ilerde Demokrat Parti’yi kuracak olan Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü de vardı.
Hareket başladı
Çıkarılan yasayla daha önce kurulan dört öğretmen okulu enstitüye dönüştürüldü. Bu okullara 17 yeni okulun eklenmesi kararlaştırıldı. 1940 yılında 10 enstitü daha açıldı. Bundan sonra açılan 7 enstitü ise diğer enstitülerin yardımları ile yapılacaktı. Bu okullardan mezun olanlar atanacakları köylerde 20 lira gibi küçük bir aylık karşılığında 20 yıl mecburi hizmet yapacaklardı.
Hasan Oğlan, sayıları 21’i bulacak köy enstitüleri içinde en önemlilerinden biriydi. Ankara’ya yakın olduğu için hem siyasiler hem de Türkiye’ye gelen yabancı misafirler için örnek kurum olarak hazırlanacak ve yıllar sonra enstitülerin en ünlü isimleri de buradan yetişecekti.
Kepirtepe Köy Enstitüsü Öğrencisi Mehmet Başaran, “İlköğretim Genel Müdür Yardımcısı Ferit Oğuz Bayır gelmişti. Topladı bizi, sıraladı. Hasboğalı Mukaddes’in eline kazmayı verdi, İbriktepeli Hüseyin’in eline de bir kazma verdi. “Söylüyorum siz de tekrarlayacaksınız.” dedi. “Bozkırı yeşerteceğiz, ocak tüttüreceğiz.” Hepimiz bağırdık, boşlukta bir koro yankılandı, “Bozkırı yeşerteceğiz, ocak tüttüreceğiz.” Ve Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün temeline ilk kazma vurulmuş oldu.
Hasanoğlan’da altı ayda 20 bina inşa edilmişti. Bozkır ortasında bir vaha vardı artık. Ve herkes o vahadan yayılacak ışığın tüm ülkeyi aydınlatacağı umudu içindeydi.
Çalışma programı
Enstitü’de iş başı zeybek havası ile yapılıyordu. Öğrenciler her sabah erkenden kalkıp okulun önündeki büyük alanda toplanıyor ve güne, sabah sporu niyetine halk oyunu oynayarak türkülerle başlıyorlardı. Sonra kendilerinden önce kalkıp fırınlarda ekmek pişiren arkadaşlarının hazırladıkları kahvaltıya oturuyorlardı. Sabah 7.30’dan sonra da serbest okuma saati başlıyordu. Her enstitünün büyük bir kütüphanesi vardı ve Hasan Ali Yücel’in çevirisini yaptırdığı klasikler burada bulunabiliyordu. Her öğrenci bir yıl içinde 25 klasik eseri okumak zorundaydı.
Serbest okuma saatinde isteyen öğrencilere müzik öğretmenleri tarafından mandolin, keman, akordeon, bağlama dersleri de veriliyordu. Hatta bağlama dersini çoğu zaman enstitüleri birer birer gezen Aşık Veysel veriyordu.
Bu dersler, türküler, dizeler köyden yeni çıkmış çocukların üzerinde derin izler bırakıyordu. Onlar; dinlediklerinden, okuduklarından etkileniyor, etkilendikçe taklit etmeye çalışıyor, taklit ettikçe de bozkır ortasından Türkiye’nin geleceğine damgasını vuracak bir köylü aydınlar kuşağı yetişiyordu. Fakir Bayburt’tan Mehmet Başaran’a, Ali Dündar’dan Dursun Akçam’a, Mahmut Makal’dan Talip Apaydın’a kadar.
Okuma saatinin ardından eğitim başlıyordu. Eğitimin yüzde ellisi normal orta eğitim derslerinden oluşuyordu. Ancak enstitülerin özelliği bununla yetinilmemesi ve iş eğitimine de aynı oranda önem verilmesiydi. Kalan sürenin yüzde yirmi beşinde tarım dersleri veriliyordu. Tarım saati geldiğinde öğrenciler, kazmaları kürekleri sırtlayıp Ziraat Marşı eşliğinde enstitünün tarlalarına gidiyorlar ve modern zirai teknikleri öğreniyorlardı. Üstelik bu gerçek anlamda verimli bir ders oluyordu çünkü öğrenim sırasında ekilen tarlaların mahsulü daha sonra sofralarında yiyecek olarak değerlendiriliyordu. Pedagogların yıllardır tartıştığı ve hep tartışacakları iş içinde eğitim, enstitülerde günlük hayatın bir parçasıydı. Öğrenci yaşayarak öğreniyordu. Derslerin kalan yüzde yirmi beşi ise teknik derslerdi. Erkek öğrenciler; yapıcılık, demircilik ya da marangozluk kızlarsa; el işi, biçki dikiş ya da yemek iş kollarından birini seçiyor, bu konuda eğitim görüyorlardı. Böylece hem o güne kadar koyun gütmekten, tarla çapalamaktan başka bir şey bilmeyen köy çocukları zanaatkar hale geliyor hem de köy, tarım dışında iş kollarıyla tanıştırılıyordu. Müfredat bazen bölgenin özelliklerine göre değişebiliyor kimi yerlerde balıkçılık eğitimi öne çıkarken bazı yerlerde arıcılık öğretiliyordu.
Enstitü öğrencileri bölgede zirai teknikleri bilen, kooperatifçilikten anlayan, yapı işlerini beceren, hayvancılıkta en iyi verimi alan aydın öncüler olarak kalkınma hamlesine hazırlanıyorlardı.
Gün boyu süren bu iş eğitiminin ardından öğrenciler yorgun argın enstitüye dönüyorlardı ancak okul gelişme çağında olan bu çocuklara doyurucu yemek sunamıyordu. Savaş yıllarıydı ve ekmek gramla tartılarak verilebiliyordu.
Sadece bilgi uygulamaya konmuyor, demokrasi de gerçek anlamda hayata geçiriliyordu
Çifteler Köy Enstitüsü öğrencisi Talip Apaydın, “Çok zor bunu söylemek ama doğru dürüst karnımız doymuyordu. Sabahleyin, un çorbası veya bulgur çorbası, öğlen az etli fasulye, akşam bulgur pilavı falan.”
Öğrencilerin bunları yedikleri bir gün, enstitüye gelen İnönü’ye özel yemek çıkarılınca okul karıştı. Cumhurbaşkanı için özel yemek çıkması, tam bir adalet ve eşitlik duygusuyla yetiştirilen enstitülülerin itirazına yol açtı. Bu tür itirazların dillendirileceği yer, Cumartesi toplantılarıydı. Bütün enstitülerde Cumartesi günleri, eleştiriye ayrılmıştı. O gün, bütün okul; öğrencileri, öğretmenleri, müdürleriyle buluşur geçen haftanın bir değerlendirmesini yapar, yanlış uygulamaları eleştirirlerdi. Eleştirilen kimi zaman temizliği iyi yapmayan görevli öğrenciler olurdu, kimi zaman işlere yardım etmeyen öğretmenler kimi zaman da yemeğini beğenmedikleri aşçılar. Ve savunma alanın ortasında herkesin gözü önünde yapılırdı. İnönü’nün gelişinin ertesi günü yapılan Cumartesi toplantısında eleştirilerin hedefi, Cumhurbaşkanı için özel yemek hazırlatan Enstitü Müdürü Rauf İnan’dı. İnan açıklamayı, “Ayrıcalık, cumhurbaşkanı olduğu için değil, İnönü olduğu için değil. Şeker hastası o, perhizli. Sizlerden de hasta olanlara ayrı yemek çıkarmıyor muyuz? Revirde yatan arkadaşlarınıza pirzola çıkmıyor mu? Çıkıyor.” şeklinde yaptı.
Tonguç Baba
Bütün bu faaliyetler Ankara’daki bir karargahtan yönetiliyordu. Bu karargahın komutanı, İsmail Hakkı Tonguç’tu. O, öğrencilerin Tonguç Babasıydı. Tonguç, 20 enstitü ile ayrı ayrı ilgileniyor, sık sık gidip denetliyordu. Köy enstitülerinin kuruluşuna kaynaklık eden hemen her fotoğrafı o çekmişti. Belki de bu yüzden, kendisi fotoğraflara yalnızca gölgesiyle girebilmişti. Tonguç, enstitülerin nasıl yönetilmesi gerektiğini karşılaşılacak problemlerin nasıl çözülebileceğini enstitülere gönderdiği genelgelerle açıklıyordu. Bu genelgeler içinde bir tanesi, bugün bile eğitimciler ve öğrenciler için bir ibret vesikası niteliğinde,
Talip Apaydın, “Diyor ki genelgenin başında, bu bütün öğretmenlerin ve öğrencilerin bulunduğu kurulda okunacak. Üç defa, üç arı gün okunacak, herkes bunu dinleyecek. Öğretmen, öğrenci, aşçı, gece bekçisi bütün enstitünün mensupları önünde okunacak. Genelgede diyor ki, ‘Hiçbir öğretmen hiçbir öğrenciye el kaldıramaz, kötü söz söyleyemez, küfredemez, dayak atamaz. Eğer bu dediklerimi yaparsa öğrencinin de aynı şekilde karşılık vermek hakkıdır. Öğretmenlerin çoğu bundan tedirgin oldu.”
Meyve veren ağaç kısa sürede taşlanmaya başladı
Bu tedirginlik yaygınlaşmakta gecikmedi. Köy enstitüleri çeşitli yönlerden eleştirilmeye başlandı. En yaygın eleştiri konularından biri kızlar ve erkeklerin birlikte eğitim yapmalarıydı. Gerçi diğer okullarda da karma eğitim yapılıyordu fakat enstitüler yatılıydı bu durum söylentilere yol açıyordu. Enstitü müdürleri yörelerindeki kız öğrencileri okula kaydettirebilmek için çok uğraşmışlar, ailelerine dil dökmüşler köy kızlarının kaderini değiştirebilmek için seferber olmuşlardı. Ancak ucuz iş gücünden ve başlık parasından olacağını anlayan aileler, “Kızınız orada ahlaksız olur.” söylentilerine daha kolay inanmaya başladılar ve aile içinde tartışmalar baş gösterdi.
Aksu Köy Enstitüsü öğrencisi Pakize Türkoğlu, “Sanki köylerde biz erkeklerden ayrı yaşıyoruz da, köy enstitülerine gelince birlikte yaşamaya başlamışız gibi. Hayır. Köylerde de uzaktaki ağıllara gitmek için, uzaktaki meyveleri toplamak için kız erkek çocuklar birlikte giderdik.”
Eleştiriler burada kalmadı ardından enstitülerin yeterince milliyetçi olmadığı eleştirisi geldi. Nazizmin Avrupa’yı kasıp kavurduğu yıllarda, bunu ilk dillendiren de Talim Terbiye Kurulu üyesi Halil Fikret Kanat oldu. Kanat, kurum gazetesi’nde yazdığı yazılarla ve bakanlığa gönderdiği raporlarla köy enstitülerini eleştirirken, milliyetçilik amacının olmadığından yakınıyordu.
Eleştiriler yoğunlaşırken enstitülerde ilk kriz de milliyetçilik-solculuk tartışmasından patlak verdi. Çifteler Köy Enstitüsü’ne atanan Asiye Eliçin adlı bir öğretmenin öğrencilere tavsiye ettiği kitaplar bir ihbar sonucu emniyete bildirildi. Aramalar sonucu bir şey bulunamadı ama ilk eylem başlamış oldu.
İşin ilginç yanı, sağcılar tarafından solculukla suçlanan enstitüler, solcular tarafından bir başka eleştiri konusu olacaklardı. Enstitülerin yapımında öğrencilerin kullanılıyor olması ve okuldan mezun olduktan sonra 20 yıl köylerinde zorunlu hizmetle görevlendirilmeleri de soldan bazı aydınların enstitülere karşı tavır almasına yol açmıştı.
Apaydın, “Evet çalıştık, ama köyde olsak yine çalışacaktık. En azından başkasına ırgatlık etmedik, kendimiz için çalıştık. Kendi yaptığımız binalarda okuduk, kendi diktiğimiz fidanların meyvesini yedik, kendi yetiştirdiğimiz meyveleri yedik, başkasını değil.
İlk mezunlar
1942 yılı geldiğinde köy enstitüleri ilk mezunlarını verdi. Bu 103 öğrenci, Türkiye’nin en büyük eğitim hamlesinin meyveleri olarak yüksek köy enstitüsüne gönderildiler. Sadece köylü çocukların gidebilecekleri Hasan Oğlan Yüksek Köy Enstitüsü, bir anlamda Türkiye’nin ilk köy üniversitesi olacaktı ve üniversite gerçek anlamda köylüye milletin efendisi olma kapısını açacaktı.
Sona yaklaşıyoruz
Köy enstitüleri ile ilgili hükümet kararı radyoda okunurken İsmail Hakkı Tonguç, Ankara’dan uzaklaşmış Hasanoğlan’a gelip programı enstitülülerle birlikte dinlemek istemişti. Radyoda sıra milli eğitim bölümüne gelince köy enstitülerinin daha milli bir duruma sokulacağı söylendi. Bu cümle yakında kopacak fırtınanın habercisiydi.
O günlerde emniyete imzasız bir ihbar mektubu geldi. Mektup da Hasnaoğlan’ın komünist yuvası haline geldiği söyleniyor. Sabahattin Ali, Behice Boran, Niyazi Berkes gibi öğretmenlerin rejim aleyhtarlığı yaptığı öne sürülüyordu. Bu ihbar mektubu beklenen kanıttı hemen bir soruşturma başlatıldı ve soruşturma için meclis başkanı Kazım Karabekir, yanında üç milletvekili ile Hasanoğlan’a geldi.
Artık karanlık bir yola girildiği belliydi. Bir süre sonra 21 Eylül 1946’da, ismi köy enstitüleri ile özdeşleşmiş İsmail Hakkı Tonguç’ta görevden alındı. Öğrencilerin enstitülerde yönetime katılma uygulamasına son verildi, okullarda okutulan klasikler öğrencilerin düzeyine uygun olmadığı gerekçesi ile yasaklandı, serbest okuma ve tartışma saatleri iptal edildi. Aynı kampus içinde okuyan kız ve erkek öğrenciler bir birinden ayrıldı. Bunlar kaldırılınca köy enstitülerinden geriye sadece totaliter bir eğitim kurumu görüntüsü kaldı. 1947 sonunda Recep Peker Hükümeti, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü benzer başka okullar olduğu gerekçesiyle tamamen kapattı. Yüksek enstitü, köy eğitim sisteminin beliydi. Bel kırılmıştı ve kırılan yer bir daha kaynamayacaktı.
Köy enstitüleri, 17. 341 köy öğretmeni yetiştirdi. Amacı, yetiştirdiği öğretmenler aracılığıyla köyü canlandırmak, köylüyü yönetime ortak etmekti.
Apaydın…
Talip Apaydın, yıllarca köylerde öğretmenlik yaptıktan sonra 1960’lardan itibaren yazarlığa ağırlık verdi. 13’ü roman, kırk kitabı yayımlandı. Köy enstitülerinin 60. yıldönümünde eski bir enstitülü olarak Hasanoğlan’ı yeniden ziyaret etti. Temelinden çatısına kadar inşa ettikleri okula gitti. Okuduğu sınıfa girdi. Halen öğretmen okulu olarak kullanılan Hasanoğlan arazisinde, terkedilmiş köy enstitüsü binalarını, 60 yıllık bir enkazı gezer gibi gezdi. Ne kendisini, ne Hasan Ali Yüceli ne İsmail Hakkı Tonguç’u tanıyan ne de aynı kampus içindeki bu garip binaların ve orada yaşayanların öyküsünü bilen çocukların arasında dolaştı. Bir zamanlar bir köy üniversitesi olarak tasarlanan bu alanda kendi diktiği ağaçların arasından yorgun adımlarla yürürken Ziraat Marşı çınladı kulaklarında; …Biz yurdun öz sahibi, efendisi, köylüyüz…
“Bin kişi hep bir ağızdan söylerdik bu marşı ve inanırdık; yurdun efendisi olacaktı köylü. Ne kadar aldanmışız, ne kadar aldanmışız…”
Kaynak: Can Dündar’ın 2000 yılında hazırladığı “Türkiye’nin Yarım Kalmış Rüyası” adlı belgeselden yararlanılmıştır.








ESKİŞEHİR,ÇİFTELER KÖY ENSTİTÜSÜ MÜDÜRÜ RAUF İNAN - Arşiv Fotoğrafları
ARSİVFOTOGRAFLARİ.COM